İnsan (fıtrat, ahlak, irade, biyoloji) ayetindeki Rabbimizin fiilleri (Rububiyeti) üzerinden, Allah ın sıfat ve isimlerinin delilleri
Anne karnındaki yumurtanın döllenmesiyle bebeğin var edilmesine kadar gözlenen tüm süreçte, sadece neden-sonuçarasındaki zamansal komşuluk gözlemlenmiş oluyor. 
Basit bir damla sudan, anne karnındaki üçkaranlık evre vesilesiyle, milyarlarca insandan hiçbirine benzemeyen bir yüz ve parmak izinde olan muazzam ayrıcalıkta bir insan oluşuyor. Aynı etten iki gözün, iki kulağın, iki ayağın oluşması, her organın kullanışlı ve yerli yerinde olması, sonsuz ihtimalde 1 ihtimalin her zaman adalet, hikmet, ilim ve merhametle tercih edildiğini gösterir. 'Zorunluluk' zannıyla açıklamaya çalışmak ise, akla daha uzak bir ihtimaldir. 
Hiçbir gücü, ilmi, iradesi şefkati olmayan atomların, her insanın faydasına olan makro ve mikro alemdeki her işi ayrı ayrı hiçşaşırmadan yapabilmesi mümkün değildir. 
Atomların DNA daki bilgileri okuyup, evren ve içindekilerle uyumlu olan intizamlı bir insanı 'zorunluluk' sebebiyle oluşturabildiğini iddia etmek atomlara akıl, ilim, irade, şefkat isnad etmek olur. Bir yemek kitabındaki bilgileri, atomlar okuyamayıp nasıl bir yemek yapamazsa, aynı atomlar DNA daki bilgileri okuyamayıp mükemmel bir canlı yapamaz. Böylece atomların, tabiattaki nimetlerle uyumlu olan DNA daki bilgilerin ışığında, bir insan oluşturabilmesinin mümkün olamayacağını anlamış oluruz. 
Tabiat içindeki toprak, hava, su, yiyecek ve içeceklerle uyum içindeki herhangi bir insanı, tabiatın içindeki hiçbir şeyi tanımayan atomların ustaca DNA yı okuyup, 'zorunluluk' icabı var edebilmesi mümkün mü? 
Atomların, anne karnında bir bebeği oluşturacağı esnada ortamdan uzaklaşıp, tabiatı dolaşarak toprak, hava, su, Güneş, elementler, moleküller ile uyum içinde olan bir insan fizyolojisinin nasıl oluşturulacağını öğrenebilmesi gerekiyor. Atomlar, tabiattan öğreneceği bu bilgilerle DNA daki bilgileri uyumlu bir biçimde programlayabilmek adına, bebeğin oluşabileceği anne karnı ortamına geri dönüp, DNA yı da hatasız okuyabilmesi, bir bebeğin oluşması için olmazsa olmazdır. 
Cansız, iradesiz ve ilimsiz atomların, organların her insanda aynı yerde oluşmasını sağlayabilmek ve vücudun işleyişini her insan için aynı yapabilmek adına, mükemmel bir şekilde DNA yı okuyarak, tabiatla uyum içinde olan bir fizyolojiye sahip bir bebeği oluşturabilmesi mümkün değildir. 
Geçmişte ve şu anda, milyarlarca insanın yüzü ve parmak izi farklı olmuştur ve gelecekte yine öyle olacaktır. Bu durum geleceği ve geçmişi bilen, sonsuz ilim ve kudret sahibine işaret eder. 
Cansız, iradesiz ve ilimsiz atomların, Dünya daki tüm insanların yüzünü ve parmak izlerini tarayarak, herhangi bir insan yüzünü ve parmak izini, tarama yaptığı bu insanlardan birine bile benzetmeyecek bir bilgiye kavuşması imkansızdır. Buna rağmen, yüzü ve parmak izi farklı olan milyarlarca insan nasıl var olabiliyor? İşte tam bu noktada, tüm insanlara makro ve mikro düzlemde geniş bir açıyla bakabilen ve sebeplere müdahil olan sonsuz ilim, hikmet, irade ve kudret sahibi bir zat akıl gözümüzde beliriyor. 
Her insan yüzünün ve parmak izinin birbirleriyle birebir aynı olması çok kolaydır. Her insan için birbirinden farklı yapmak ise çok daha zordur. Her gün yeni doğan bebekler, bu zor işin, ancak kudretli, ilimli ve iradeli bir Yaratıcıyla olabileceğine işaret eder. Bundan dolayı her gün doğan bebekler, hayata karışan bir Yaratıcıya delalet eder. 
HiçGüneş görmemiş gözü oluşturan atomlar, Güneş ışığıyla uyumlu olarak görebilecek gözleri nasıl yapabilir? Hiçses duymamış kulağı oluşturan atomlarla, sesleri duyup ayırt edebilmeyi sağlayacak şekilde bir kulak nasıl oluşabiliyor? Hiçkoku duymamış atomlar, koku alabilen bir burunu nasıl oluşturabilir? Hiçbir gıdayı daha önce tatmamış atomların, tatları tanıyabilecek özellikte bir dile dönüşebilmeleri şaşırtıcı değil mi? 
Dünya şartlarını bilmedikleri halde bu atomlar, herşeyden haberdarmış gibi anne karnında bir gelişim gösterip, Dünya şartlarıyla uyumlu bir şekilde mükemmel işleyen organları hangi irade, ilim ve kudret ile oluşturuyor?
Atomlar, organları bir kalıptan çıkmış gibi aynı şekillerde, her insan için aynı sayılarda ve hiçşaşırmadan en uygun yerlerde oluşturabilmeyi, vücudun hiçsekmeden mükemmel işleyişini, yüzlerce doktorun ilmine sahiplermiş gibi nasıl sağlıyor? 
Besinlerin ilk sindirimini sağlayan tükürük salgısı, besinleri ıslatarak dişler tarafından öğütülmelerini ve yemek borusundan mideye ulaşmalarını her zaman kolaylaştırır. Bizi başıboş bırakmayan bir merhametin, ilmin ve kudretin olduğu, akıl gözümüze hiçilişmiyor mu? Ağızdaki tükürüğün salgılanmadığını varsayalım... Ne yediklerimizi yutabilir, ne de ağız kuruluğundan dolayı doğru düzgün konuşabilirdik. Katı besin alamazdık. Sıvı gıdalarla beslenmeye çalışırdık. Bu durumun, 'zorunluluk' gereği değil de, bir irade sonucu merhametle kolay beslenebilmemiz için yapıldığı, akleden kalp tarafından anlaşılır. 
Besinlerin midedeki sindirimi, mide içindeki hidroklorik asit tarafından olur. Ancak bu asit sadece besinleri değil, mide duvarını bile eritebilecek etkiye sahiptir. Sindirim esnasında salgılanan mukus adlı bir madde midenin duvarlarını kaplayarak, asidin mideyi parçalanmasını önler. Böylece midenin kendi kendini yok etmesi engellenmiş olur. Mukusun bileşiminde bir hata oluşsaydı, mideyi asitten koruyucu özelliğini kaybederdi. 
Mide boşken midedeki salgı, parçalayıcı özelliği olmayan bir 
madde olarak midede mevcuttur. Proteinli bir besin mideye geldiğinde, mideye salgılanan HCL, mide boşken etkisiz olan salgıyı güçlü bir gıda parçalayıcısı haline getirir. Mide boş kaldığında bu protein parçalayıcı, proteinlerden yapılmış olan mideye hiçzarar vermiyor. Neden? 
Tek bir etken maddenin ve tek bir işleyişin kusurlu olması insanın sonunu getirir. Kusursuz düzeni her an sağlayan, vacib-ül vücud un (varlığı zorunlu olan) olması zaruridir. Midesinde ürettiği asitle, kendi midesini eriten bir insan düşünün; Acılar içinde önce midesi parçalanır, daha sonra diğer içorganları bu asit tarafından tahrip edilir. İnsan bedeni, kendi kendini öldürür. 
Midedeki sıvının, besin mideye indiğinde parçalayıcı bir hüviyete bürünmesi, planlı kimyasal işlemler sonucunda gerçekleşir. Midedeki sıvı, besinleri parçalayıcı bir hüviyete bürünmediğinde, karnındaki besinleri sindirelemeyecek olan insan, gıdaları yutabildiği halde ve midesinde gıdalar olduğu halde besinsizlikten ölürdü. 
Mide asidini üreten mide hücreleriyle, görmeyi sağlayan  göz hücreleri de aynı genetik bilgiye sahiptirler. Her iki organdaki hücrelerin bilgi deposunda hem gözün ihtiyacı olan proteinlerin, hem de midede kullanılan asitin genetik bilgisi bulunur. Neticede ilimli bir iradenin emrine uyan göz hücresi, pek çok bilgi içinde yalnızca göze ait bilgileri, mide hücresi de yalnızca mideye ait bilgileri kullanır. Göze ait proteinleri niçin ürettiğini bile bilmedimiz göz hücreleri, bir gün mide asidini üretmeye başlarsa, insanın gözü eritilmiş olur. 
İnce bağırsakta besinleri emen milyonlarca pompa, her an insanın hayatını sürdürmesi için yorulmadan, bozulmadan çalışmaktadır. İnce bağırsaktaki milyonlarca pompa, büyük ve geniş bir yüzeyin buruşturulması sonucu, çok küçük bir yere sıkıştırılmıştır. Bu mükemmel dengeli sistem, hayatımızın en uygun biçimde devamını sağlar. Bu pompaların içleri, birbirinden farklı besinler için farklı iletim yollarıyla döşenmiş eksiksiz bir iletim sistemiyle dolaşım sistemine bağlanmıştır. Bu sayede bu pompalarla emilen besinler, dolaşım sistemi yardımıyla bedenimizin her tarafına ulaştırılır.
Sindirim sistemi tarafından parçalanmış besinlerin işe yarayan kısımları, ince bağırsak vesilesiyle mükemmel bir şekilde emilerek, herhangi bir sorun olmadan kana karışarak tüm bedenimize ulaştırılır. 
Evrendeki ve insan vücudundaki cansız atomların bir şefkat, ilim, hikmet ve iradeyle bu şekilde insana her an hizmet ettirildiğini kabul etmeyen, her şeyi 'zorunluluk' ve 'nedensellik'le açıklamaya çalışan natüralistler, pek çok konuda çıkmaz sokağa giriyor. 
Mesela natüralist Ateistler, evrim sürecinde beyinde empatinin oluştuğuna ve genetik sayesinde empatinin bugüne ulaştığını belirtiyor. İnsana dair bazı kötü özelliklerinde, evrim sürecinde oluşan empati sayesinde beyinde oluştuğunu ve bundan dolayı kötülük işleyebildiklerini ifade ediyorlar. Yani, insandaki soyut bir irade sonucu iyiliklerin ve kötülüklerin işlendiğini kabul etmiyorlar. Bilimin içine inancı sokmayın diyerek, herşeye nesnel cihetle ve atom nedenli bakıyorlar. 
Kendilerine, 'birini öldüren maktül niye hapse girsin ki, madem iradesi yoksa' denildiğinde çok zorlanıyorlar. Madem maktül, beynindeki bazı nörolojik nedenlerle birini öldürdü. 'O zaman maktülü hapse atmak zulüm olmaz mı?' diye sorunca sıkıntıya düşüyorlar. 
Fakat yine de insandaki bir ayet olan iradeyi kabul etmiyorlar. İradeyi kabul etmeyen natüralist Ateistin çocuğunu biri öldürse, 'katil çocuğumu bilerek, kasten öldürmeyi tercih etti' diyerek katilin hapse girmesini ister. Madem hiçbir suçlunun bir iradesi yoksa, biri Ateisti yaraladığında, yaralayan kişiye öfkelenmemesi gerekiyor ve hapse girmesini talep etmemesi gerekiyor. Ama Ateist kendi içdünyasında, suçlunun iradesi olduğunu varsayarak (inanarak), suçlunun hapse girmesini istiyor. 
Aslında suçluların iradesi olduğunu içdünyalarında kabul ediyorlar. Bundan dolayı maktüllerin hapse girmesini istiyorlar. İnsandaki soyut iradeyi kabul ettiklerinde, Yaratıcının iradesi olduğu da gündeme gelebilecek diye, bildiklerini örterek küfür üzere kalmaya devam ediyorlar. 
Bazı Ateistler, Soyut olan kendi natüralist inançlarını, ahlaki içgüdülerini, iradelerini laboratuvara sokamadıklarının farkındadır. Zaten bilim yaparken gözle görülmeyen yer çekimi gibi kanunların varlığı, kabul edilerek bilim yapılır. Bu soyut ve gözle görülmeyen tabiat kanunlarının ve devlete ait kanunların laboratuvara sokulamaması, bu kanunların olmadığı anlamına gelmez. Dolayısıyla laboratuvara sokulamayan Allah ın sıfat ve isimlerinin, nübüvvetin, vahyin, ahiretin hakikat olmadığı sonucu çıkartılamaz. 
Ateistler ve Deistler, dünyada yaşanan kötülük, zulüm ve hastalıkları kendi batıl inançlarına birer delil yapmaya çalışmaktadırlar. Halbuki bunlar hayata müdahil bir Yaratıcıya inanmayı destekleyen argumanlardır. Her şey zıddıyla en iyi tanınır. Kötülüğün olması iyilik nimetinin, zulmün olması adalet nimetinin, hastalığın olması sağlık nimetinin kıymetini anlamayı sağlar. Böylece Yaratıcı kendini hatırlatıp, ona yönelmemizi sağlar. 
Kötülükler ve zulümler, insan irade ettiğinde gerçekleşir. Mesela bir kişi birini öldürdüğünde, birine işkence ettiğinde, birine tecavüz ettiğinde kötülük ve zulüm işlenmiş olur. Bunu yapanlar, Yaratıcıdan gelen bir emirle yapmazlar. Kendi hür iradeleriyle yaparlar. Dolayısıyla zulümlerin ve kötülüklerin sorumlusu Yaratıcı görülmez. Kötülük ve zulüm seçeneğinin hayatın içerisinde olması, (haşa) Yaratıcıya ait kötülük ve zulüm değildir. Bundan dolayı insanlar mahkemeye düştüklerinde, kendi iradeleriyle işledikleri zulüm ve kötülükten dolayı ceza alırlar. 
Kötülük ve zulüm olmasaydı, iyilik ve adalet diye birşey olmazdı. İyiliğin ve adaletin ne olduğunu bilmezdik. İnsan iradesi özgür bırakılmıştır. Özgür Akıl ve özgür iradeyle, bir kimsenin kötülük ve zulüm işlemesi, kişinin tercihidir, hiçbir varlığa mal edilemez. 
Bedenimizdeki organların nasıl işlediğini, minerallerin ve kimyasalların nerede olduğunu bilmiyor oluşumuza rağmen, irademiz dışında bedenimizin çalışması, bedenin bize ait olmadığının delilidir. Vücudun içinde bir sorun olmaması adına vücuttaki sistemin organize çalışması irademizle değildir. Beden bizim olmayıp, bize verilmiş bir nimet iken, bu beden nimetinden bir miktar alınan sağlık nimeti için itiraz etmek akla ve kalbi duygulara ters düşer.   
Hastalık, sağlık nimetinin anlaşılması içindir. Doğuştan veya sonradan gelen bir hastalık, bedenimizdeki bir sorun, bize verilmiş ve verilmemiş nimetleri düşündürerek, Yaratıcıya olan ihtiyacımızı hatırlatır. Niye sağlığımı aldı? ve Niye doğuştan bir uzvum eksik? diye Yaratıcıya itiraz etmek, mantıklı değildir. Çünkü böyle bir itiraza hak sahibi olmak için yaratılmadan önce ve yaratıldıktan sonra tüm bedeninize malik olmanız gerekirdi. Beden mülkünün sahibi biz olmadığımızdan 'benim olanı niye aldın?' diye bir itiraz yapmaya hakkımız yok. 
Bize ödünçarabalar ve evler veren biri, bizden bunu geri istediğinde biz bunu garipseyemeyiz. Çünkü araba ve evlerin, mülkün sahibi tarafından dilediği zaman geri alınması kendi bileceği bir iştir.   
Psikoloji bilimiyle uğraşan psikologlar bile konforu bozacak dertlerin (kötülük, zulüm, hastalık) olması, insanın kendini geliştirmesini  ve elindekilerin kıymetini bilip, mutlu olmasını sağlar diyor. Dertler sayesinde, kendisinde var olan nimetlerin kıymetini bilerek, kendisinde yok olan birkaçşeye takılmayarak huzurlu, mutlu olabilmeyi insanoğlu öğreniyor. Ayrıca pek çok bilimsel gelişme, bazı dertlerin (kötülük, zulüm, hastalık) ortaya çıkmasıyla konforun bozulmasından ötürü gerçekleşmiştir. 
Ateistlere göre, depremlerin ve sellerin olup, birilerinin ölmesi onlara göre evrendeki düzensizliğin sonucudur. Deistler ise, bazı felaketler nedeniyle inanan insanların ölmesini, belalardan korunma dualarının kabul olmadığına ve uzak bir Yaratıcı anlayışına bağlayarak, bu nedenle Yaratıcının evrene ve insana müdahil olmadığını savunuyor. Halbuki Ateist ve Deistlerin bu konudaki iddiaları, aynen Dünya daki kötülük, zulüm, hastalık konularını izah ettiğimiz gibi basitçe açıklanabiliyor. 
Yüzümüzdeki ve bedenimizdeki organlarımızın yerleri ve işleyişi düzensiz midir? Bazı Ateistlerin körelmiş organ iddialarını, bazı bilimsel veriler yalanlamış olmadı mı? Her daim hücrelerimizin yenilenmesi, her an vücudumuzda gerçekleşen sayamayacağımız faaliyet, insana her zaman müdahil olunduğuna delil değil midir? Elle tutulmayan, gözle görülmeyen ve deneye tabi tutulamayan ama herhangi bir işi yapmada mutlak olarak zorunlu olan bir irademizin var olması, tabiatla uyum içinde yaşayabilen bir insanı var eden zorunlu bir irade sahibine de inanmayı, akla daha makul hale getirmez mi? 
Suat Altınbaşak