İslami ilimlerin en önemlilerinden olan ve Müslümanların mutlaka öğrenmesi gereken fıkıh ilminin tanzim ve tertip edilmiş haline 'İslam Hukuku' diyoruz. Bilindiği gibi fıkıh, sözlükte, anlayışlı olmak, derin manalara nüfuz etmek, kapalı meselelerden açık hükümler çıkarmak, iz’an ve idrak belirtileri göstermek gibi manalara geliyor. Bu mübarek kelimeyi ıstılahi yönüyle tarif etmek icap ettiği zaman, 'Fıkıh, kişinin lehinde ve aleyhinde olan ameli hükümleri bilmesi ibadete, ukubata ve muamelata vakıf olmasıdır' demek gerekiyor.

İslami ilimlerin belkemiğini teşkil eden bu ilim dalını, itikadi fıkıh, ameli fıkıh ve vicdani fıkıh diye üçe ayırabiliriz. İtikadi fıkıh 'Tevhid İlmi'nin esasını teşkil eder ve böyle bir ilim, sahibini manevi taçların en büyüğüyle taçlandırır. Usul-ü fıkıh ve füru-u fıkıh diye ikiye ayrılan ve hükümlerden ibaret olan ameli fıkıh ise, Müslümanın dünyevi hayatını uhrevi parıltılarla aydınlatır. Ahlak ve tasavvuf ışıkları halinde huzmeleşen vicdani fıkhın ise, vicdanları nasıl ihya ettiğini, on dört asırdan beri zarafetini ve taravetini koruyan böyle bir şecerenin İmam-ı Gazaliler, Cüneyd-i Bağdadiler, Mevlâna Celaleddin-i Rumiler, Hacı Bayram-ı Veliler, Yunus Emreler gibi cennet meyveleri verdiğini öteden beri biliyoruz.

Fıkıh ilmini, bu sahanın en büyük otoritesi olan İmam Azam hazretleri tertip ve tanzim etti. Numan b.Sabit veya Ebu Hanife diye bilinen bu büyük İmam, kendi adıyla anılan Hanefi Mezhebi’ni kurdu. İslam milletlerinin büyük bir bölümü Hanefi mezhebinin etrafında pervane oldu.

İmam-ı Azam hazretleri gerek Emevîler devrinde, gerekse Abbasiler zamanında şanına layık muameleyi görmedi, tam aksine rencide edildi, hakarete uğradı, hapse atılıp çeşitli işkencelere maruz kaldı. Osmanlılara gelince, onun en büyük eseri olan Hanefi fıkhı, tam 600 sene bütün titizliğiyle uygulandı. Bu ekolün mensupları, başta Osmanlı padişahları olmak üzere bütün bir devlet erkânı tarafından en büyük saygıyı gördü. Müftiyyülenamlık, fetvahane meşihat dairesi, Şeyhülislamlık, kazaskerlik kadılık gibi kuruluşlar, Osmanlı Devleti’nin en önemli müesseselerini teşkil etti.

Osmanlılarda uygulanan adalet sistemi öyle kadılar, öyle müftüler yetiştirdi ki onlar sayesinde dünyanın dört bir yanında huzur rüzgarları estirildi. İslam hukukunun zirve şahsiyetlerini oluşturan kadılar ve hakimler bu vadide o kadar ilerlediler, İslami hükümler öyle tavizsiz bir şekilde uyguladılar ki, neticede yepyeni bir hukuk sistemi ve dünyada benzeri görülmeyen yargılama şekilleri ortaya çıktı. Yıldırım Bayezid’in şahitliğini kabul etmeyen ve kendisini mahkemeden dışarı çıkaran Mevlâna Şemseddin-i Fenarileri, Fatih gibi bir padişahı cezalandıran Hızır Çelebileri, Molla Güranileri, Yavuz Sultan Selim gibi bir hükümdara 'Eğer şeriate ve kanuna aykırı hareket edersen ben de senin hal edilmen için fetva veririm, deme cesaretini gösteren Zembilli Ali Efendileri işte bu sistem yetiştirdi.

Tanzimat’tan sonra başlayan kanunlaştırma hareketlerine en orijinal örnek olarak Mecelle’yi görüyoruz. Mecelle, Hanefi fıkhını esas almak suretiyle İslam hukukunun muamelatla ilgili hükümlerini büyük bir vukufiyetle yeniden düzenledi. Böylece bir hukuk şaheseri ortaya çıktı. Mecelle Cemiyetinin tanzim ettiği kanunlar 1868 yılından itibaren uygulanmaya başlandı ve 1926’ya kadar tam elli yedi yıl yürürlükte kaldı.

Mecelle o zamanlar Divan-ı Ahkam-ı Adliye nazırı olan büyük alim ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa’nın başkanlığı altında Filibeli Halil Efendi, Şirvanizade Seyyid Ahmed Hulusi Efendi, Kara Halil Efendi, Ahmet Hilmi Efendi, Ömer Hulusi Efendi ve Ömer Hilmi Efendi gibi bilginler ve hukukçular tarafından hazırlandı.

Bunlardan Karinabadlı Ömer Hilmi Efendi, Mecelle Cemiyeti’nin bir numaralı şahsiyetiydi. Bu büyük fıkıh bilgini 1843’de İstanbul’da doğdu. Babası, ulemadan Abdurahman Efendidir. Bu zat Huzur Dersleri’ne hem mukarrir, hem muhatap olarak katıldı. İşte bu zatın oğlu olan Ömer Hilmi Efendi, ilk dersleri özel hocalardan ve mahalle mektebinden aldıktan sonra medrese tahsiline devam etti. Devrin ünlü hocalarından Tikveşli Yusuf Efendi’den feyiz ve icazet aldı. Fetvahane müsevvitliğiyle ilk defa memuriyet hayatına atıldı. Bir süre sonra aynı dairenin eminliğine seçildi. Daha sonra vakıflar müsteşarı oldu. Bu görevinde de başarı gösterdiği için terfi edip 'Defterhane Senedat' memurluğuna atandı. Derken Temyiz Mahkemesi üyeliğine getirildi. İlmiye mesleğini sırasıyla kat ederek 'İstanbul' rütbesini kazandı.

On iki ciltlik 'Tarih-i Cevdet'in, 'Kısas-ı Enbiya'nın ve daha birçok eserin yazarı olan Ahmet Cevdet Paşa, işte bu sırada, Ömer Hilmi Efendi’nin tam bir ilim deryası olduğunu görüyor son derece takdir edip hakkında övücü sözler söylüyor. Cevdet Paşa, Mecelle Cemiyeti’nin başkanlığını yaptığı sırada, fıkıhla ilgili önemli meseleler için kendisine müracaat edildiği zaman 'Asrımızın İmam-ı Azamı Ömer Hilmi Efendi hazretleri varken ne diye bana geliyorsunuz?' diye konuşurmuş.

Ömer Hilmi Efendi gibi büyük zatların ne yazık ki dostları kadar düşmanları da oluyor. İşte bunlardan biri, saraya bir jurnal veriyor, ölümüne sebep oluyor, Ömer Hilmi saraya çağrılıp sorguya çekiliyor. Eski dostlarından Süreyya Paşanın mabeyn başkatipliği zamanına rastlayan bu olaydan, paşa sayesinde bir zarar görmeden kurtuluyor. Ancak apar topar saraya götürülmesi Efendi hazretlerini son derece üzüyor. Bu olay adeta içinde bir ukde oluyor. Aradan çok geçmeden 47 yaşında vefat ediyor. Fatih Camii haziresine defnediliyor.

Ruhu şad olsun!