İnsanlar, sinemanın gerçek hayatla ilişkisinin olamayacağı algısını yavaş yavaş aşmaya başladılar. “O dediğiniz ancak filmlerde olur” sözünü artık pek duymuyoruz. Haberlerde izlemişler, gizli servisler sadece filmlerde olmazmış, meğer gerçek hayatta ajanlar varmış ve yabancı devletler için çalışıyorlarmış diyenleri gördük. Nihayet fark edildi, sinema gerçek hayattan alıntılarla oluşuyormuş. Oysa filmleri gerçek hayattan ayrıştırarak, insanların zihninde farklı bir yere oturtmak toplumda bir tür “makul ağır abi” geçinmenin simgesiydi.
Bazı filmler gerçek hayata dair ipuçları vermek, kitlelere birşeyler anlatmak, insan hayatını etkilemek, hatta dünya siyasetine yön vermek için yapılıyor. Sinema da idealist bir avuç insanın “sanat” çabası olmaktan çıktı, endüstrileşti, hatta küresel güçlerin elinde bir araç haline dönüştü. Çocukluğumuzun çizgi romanları, filmleri artık yok. Geçmişte hayal etmediğimiz, aklımıza gelmeyecek bir çağa düştüğümüz hissini veren bir durum.
Yıllar önce severek izlediğim bir bilim-kurgu dizisinin, yaklaşık ikiyüz elli bin hayranının bulunduğu bir sosyal medya grubunun üyesiyim. İki yüz elli bin kişi az değil, dünyanın pek çok ülkesinde televizyonlarda gösterilmiş bir dizinin hayranları söz konusu olduğunda bile oldukça yüksek bir rakam. Gerçek hayatta henüz var olmayan, pek çok bilimsel tezi kurgulayarak insanların ilgisini çekmiş bir diziydi. Kendi içerisinde tutarlılığı olan, ama “şimdilik” keşfedilmeyen bir çok teknolojiyi ve kainattaki akıllı yaşam formları ile ilgili tezleri barındıran bir senaryosu vardı. Grubun üyeleri diziyi o kadar iyi izlemişler ki, tek tek bölümleri ele alıp, içerikteki karakterleri, tezleri hatta kurgusunu günlerce konuşuyorlardı. Oldukça şaşırdım, küçük bir detayı bile iki sezon sonraki başka bir bölümle karşılaştırıp, tartışıyorlardı.
Böyle bir ortam bulmuşken, gerçeklik algısıyla ilgili bir anket oluşturup üyelere bazı sorular sordum. Bu soruların arasına sakladığım bir tanesi önemliydi. Çok sevdikleri bu bilim kurgu dizisinde ileri sürülen tezlerin, tezlerin gerçek olabileceğini hiç düşündünüz mü diye sordum. Hepsi de ağız birliği etmişcesine cevap verdi, asla öyle bir şey olamaz diyenler, nereden çıkardınız diyerek beni protesto edenler oldu.
Gerçek olamayacağına inandıkları bir senaryoyu, en ince ayrıntısına kadar tartışan insanlar, dizinin senaristlerinin bu türden öyküleri nereden alıntıladıklarını, nasıl olup da hayal edebildikleri konusunu pek düşünmemişlerdi. Anlaşılan o ki, izlediklerimiz ile gerçeklik arasında bağ kurabilmek için, izleyici olmayı aşmak gerekiyor. Bir adım ötesi de göze gözükmeyen kamera arkasındaki senaryo ekibinin varlığını hissetmek olmalı. Onların aklından geçenlerin menşeinin neler olabileceğini araştırmak, en azından sorgulamak akıllarına gelmemişti. Oysa biraz dikkat etseler, kendi inandıkları kutsal kitaplardan, mitolojilerden hatta destanlardan alıntıların olduğunu göreceklerdi. İnsanlar geçmişten gelen bilgilerin arasından safsataları ayıklamak isterken, zamanla sırf geçmişten geldiği için gerçek bilgileri de kabullenemez hale geldiler. Oysa kadim bilgiler insanlık tarihi boyunca pek çok toplumda dikkate alındı. Şimdi biz arama motorunun elimizdeki telefonun ekranına gönderdiği bilgileri ise hiç sorgulamadan içselleştiriyoruz. Etrafımızda oluşturulan bir illüzyonun etkisinde olabileceğimiz aklımıza bile gelmiyor.
İnsanın bu zaaflarını bilenler yok mu dünyada? Elbette var, kitleyi sevk ve idare etmeyi, yanı sıra kamuoyu oluşturmanın inceliklerini biliyorlar. Hayatın sinemaya benzer yanları olduğu gibi, hiç benzemeyen yanları da var. Filmleri ve dizileri izleyip, senaryoyu, yönetmenin çekimlerini, kurgusunu, oyuncuları eleştiriyoruz. Filmi izleyip bitirdiğimizde, senaryoda olan biten herşeyden haberimiz olduğu için, filmi kendi bilgi ve kültürümüze göre etraflıca değerlendirip bir yargıya varıyoruz. Oysa gerçek hayat farklı. Farkındalığı yüksek, kültürlü, iyi eğitimli bireylerin bile açıklayamadığı pek çok olay var. Aslında bu çok normal, herşeyi bilemeyiz, her konuda bilgimiz olamaz. Sorunumuz da bu değil zaten. Asıl mesele, olayları insanların anlayamaması, gerçeklerden çok farklı algılaması için çaba gösterenlerin var olması.
Dünya halklarını ilgilendiren, insanlığın tarihindeki akışı değiştiren çok pek olay, aslında anlaşılamamış yönleriyle, üstünkörü bilgilerle gelecek kuşaklara aktarılacak şekilde kayıtlara geçmiş durumda. "Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!" ("Qu'ils mangent de la brioche.") Bu söz kime ait denildiğinde tahmin ediyorum pek çoğunuz Fransa kraliçesi Marie Antoinette diyeceksiniz. Oysa kraliçenin bu sözü hiç söylemediği ispatlandı. Fransa’da, hatta tüm dünyada tarihin akışını değiştirmek isteyen birileri, hem kraliçeyi öldürdüler, hem de gelecek kuşakların onu bu sözle anmasını istediler. Tıpkı başka birilerinin Mayalara soykırım uygulayıp altınlarını gasp ettikten sonra, Mayalar, Tanrılarına masum çoçukları kurban eden katil sürüsüydü şeklinde bilinmesini istedikleri gibi.
Şöyle veya böyle bilinmesi istenen, kitleden saklanan gerçekler elbette sıradan olaylarla ilgili değil. Ülkelerin, insanlığın geleceğine dair önemli hadiselerde parmağı olanlar, kendilerinin müdahalelelerini saklamak için gerçeği örtme çalışmaları yapıyorlar. İnsanların ne olup bittiğini anlamaması için çaba gösterenler, çok farklı senaryolar üreterek kitlenin ilgisini ve algısını farklı yönlere kaydırıyorlar. Bu bir meslek. Kısaca “anlaşılmazcılık” olarak adlandırılıyor. İngilizce karşılığı “unintelligible”
Bir şeylerin anlaşılmaması için veya üstünü örtmek için senaryolar üretiyorlar. Biz başlangıcını ve sonucunu bildiğimiz bir filmde izlediğimiz olaylar hakkında kolayca fikir üretiyoruz, ama bize kitle iletişim araçlarıyla bildirilen olayların sebep ve sonuçlarına hemen algısal onay vermeyi ne zaman keseceğiz? Doğru veya iyi bildiğimiz pek çok şey kötü ve yanlış, kötü veya yanlış bildiklerimiz de iyi ve doğru olabilir. Yok o öyle değildir, inceleyelim, mutlaka başka sebepler ve unsurları da vardır, ya da külliyen yalandır demeyi başardığımızda, yukarıda bahsettiğim dizinin hayranlarının düştüğü duruma düşmemiş olacağız. Çünkü anlaşılmazcılar bizim kabul alışkanlıklarımızı biliyor ve kullanıyorlar. Kabullenmek o kadar kolay olmamalı. Mesela; Amerika’yı yolda yürüyemeyen, uçağının merdivenlerini çıkamayan, boşluğa selam çakan, akıl ve sağlık durumu zorda olan bir şahsın yönettiğini gezegendeki herkes kabullenmiş durumda. Birisi çıkıp, yo o öyle değil, başkaları yönetiyor dediğinde ne yapacağız? Destek verecek misiniz?
Kitle iletişim araçlarının artması, bilgi teknolojilerinin gelişmesi, gerçekleri öğrenmemizi sağlamıyor, gerçeklerle ilgili bilgimizin giderek daha da azalmasına yol açıyor. Teknoloji bize değil, gerçekleri saklayanlara çalışıyor. Sonuçta manipule edilenlerden değil, sorgulayanlardan olmak önemli. Yoksa bizim gibi duygusal-tepkisel toplumlarda ileri sürülenlerin ne gibi sonuçlar vereceğini öngörebilenler tarafından kullanılırız. Tepkisellik, duygularımıza kapılarak ani tepkiler vermek, öngörülebilir olmayı getiriyor. Tam tersi davranarak aklı rehber edinirsek manipule edilemeyen bir toplum oluruz. Sinemada senaristlerin gerçek hayattan esinlendiklerini kabullendik, ama gerçek hayatta senaryo yazanların olduğunu kabullenmemiz ise zaman alacak. Bu konuda uzlaştığımız günleri kısa zamanda görmeyi diliyorum. Anlaşılmazcılara rağmen.