Geçenlerde yazdım: Meşrutiyetin ilan edildiği 24 Temmuz’u Basın ve Gazeteciler Bayramı adıyla sansürden kurtuluş günü ilan eden tayfa, nedense Meşrutiyet’ten sonra basın üzerindeki baskıların bırakın sansürü, yazarları vurmaya kadar vardığını yazmaktan kaçınır. “Yaşasın hürriyet!” çığlıklarıyla ilan edilen Meşrutiyetin ardından sadece 8,5 aylık bir “basın patlaması” ve özgürlüğü dönemi yaşanmıştı ama hemen arkasından gelen yasaklamalar ve sansür gitgide sıkılaştırılarak devam ettirilmiş, bu arada üç önemli gazeteciyi sokak ortasında vurdurarak Meşrutiyet’in şanına şan katmışlardı.
Sürecin nasıl geliştiğine bakalım.
Sultan Abdülhamid’in sansüründen gazeteleri kurtardıklarını söyleyenler 1909 Nisan’ında vuku bulan 31 Mart Vak’asını bahane ederek sıkıyönetim ilan etmiş, böylece basını denetleme dönemine tekrar girilmişti. Gazetelerde haberleri sansür ettiği söylenen Abdülhamid dönemine rahmet okutma faslı açılmıştı. Artık gazeteler kapatılıyor, kapatılan gazete eski adına benzer Tanin, Renin, Cenin, Senin gibi yeni bir adla çıkıyor, sonra onlar da kapatılıyordu. Bunu önlemek için sıkıyönetim gazetelerin eski adlarına benzer adlarla çıkarılmasını da yasaklayacaktı.
Sansür, sansür… diye ortalığı yıkanlar iyi dinlesin, dahası var.
Sultan Abdülhamid idaresinin yıkılmasından henüz bir yıl bile geçmemiştir ki, 16 Temmuz 1909’da çıkarılan Matbuat (Basın) Kanunu hükümete gazete kapatma yetkisi yanında yabancı ülkelerde çıkan gazetelerin girmesini yasaklama yetkisini de tanıyordu.
Böylece ilk yarayı alan sözde hürriyet döneminde muhalefeti susturma yöntemleri deneniyordu. En sert muhalefeti Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi yapıyordu. Galata Köprüsü üzerinde öldürüldü.
İTTİHATÇILARIN BASIN SUÇLARI
Sıra diğer muhalif, Sadâ-yı Millet gazetesi yazarı Ahmed Samim’e gelmişti. O da 9 Haziran 1910’da öldürüldü.
İştirak gazetesini çıkaran sosyalist Hilmi defalarca sürgünle cezalandırıldı.
Kendilerine muhalefet eden Şehrah gazetesini 11 ayda 13 kez kapatmış, 14 kez isim değiştirmek zorunda bırakmıştır. Bu arada Şehrah gazetesinde İttihatçıların yolsuzluk dosyalarını açan Zeki Bey de Bakırköy'de öldürülmüştü. Bu halde bile İttihatçılar nutuklarında hiç utanıp sıkılmadan Abdülhamid’e sansürcü demeye devam ediyordu.
1912 basın tutuklamaları için ayrı bir yazı kaleme almak gerekir. Abdullah Cevdet’ten Süleyman Nazif’e kadar tutuklananlar ve korkup Avrupa’ya kaçan İttihatçılar bu dönemin kurbanı olmuşlardı.
1912 Martında Basın Kanunu biraz daha sıkılaştırıldı. Sadrazam Mahmud Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra tam bir terör havası estirildi Alpay Kabacalı’nın deyişiyle. “Gazeteler susturuldu.” Muhalif diye tanınan 200’ü aşkın kişi tutuklanıp Sinop’a sürgün edildi. Sürgün edilenler arasında ünlü romancımız ve ileride 150’liklerden olacak Refik Halid (Karay) da vardı.
Artık en küçük bir muhalefet imkânı kalmamıştır. Basın Kanunu bir kez daha değiştirildi Kasım 1913’te. Bakanlar Kurulu’nun ağzından çıkan kararla gazeteler süresiz kapatılabilecekti. “Basın artık susturulmuş, sindirilmişti.”
Yetmedi. Savaş çıkacağına dair haberler artınca, 7 Eylül 1914’te hükümetin açıklamalarından başkasını yayınlamak hem hapis hem de para cezasıyla mukabele görecekti.
Savaş yıllarında bu defa askerî sansür de girmişti devreye. İlk kez Alpay Kabacalı’nın Türkiye’de Basın Sansürü adlı kitabında metni neşredilen bu askerî sansür yalnız gazeteleri değil, kitap ve kitapçıkları da kapsıyordu.
Sansür geri gelmişti. Sansürün çizdiğini veya çıkardığını yayımlayan gazete kapatılacak, sorumlu müdürü savaş divanlarında süründürülecektir. O savaş divanları ki İstiklal Mahkemeleri gibi vereceği kararı bir yere onaylatma ihtiyacı duymayacak, yargıladığı mahkûmu kendisi asabilecekti. Sansür kurulu Sirkeci’deki Büyük Postane’de icra-i faaliyet gösteriyordu.
Cumhuriyete böyle gelindi ve sürgüne gönderilen, yazılarından bizzat Talat Paşa tarafından ismi çıkarılan ve Aydede adlı mizah dergisi kapatılan Refik Halid Karay, çok sonraları, 1948 yılında Akşam gazetesinde bir yazı yazacak ve Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu’nu ikna edecek, böylece 24 Temmuz, önce Gazeteciler Bayramı, şimdilerdeyse Basın ve Gazeteciler Bayramı şeklinde kutlanacaktı.
Ömrü sürgünlerde geçmiş, gazetesi kapatılmış, yazıları asıl Meşrutiyet devrinde sansürlenmiş olan Refik Halid Karay’ın Meşrutiyetin ilan tarihinin Gazeteciler Bayramı olarak kutlanmasının mucidi oluşundaki garabete dikkat çekerek noktalayalım yazıyı.
Yabancı ülkelerin bayraklarıyla Meşrutiyet kutlamaları.
SANSÜR KALKTI, NE OLDU?
Meşrutiyeti biz tıpkı bir mesire gibi, tıpkı yazın deniz banyosu alınacak eğlenceli bir kumsal gibi bir şey sanıyoruz. Fakat senenin yalnız yazdan ibaret olmadığını unutma! Malum ya, her yazın bir kışı vardır. (…) Gün geçtikçe basın tabiatını değiştirmeye başlıyordu. Kalem sahiplerinin çoğu adeta bir hayvanat bahçesinin parmaklıklarını parçalayıp ortaya fırlamış yırtıcı hayvan karakteri gösterdiler ve ortada yırtılıp helak olmamış kimse kalmayınca parçalayıcı dişlerle çeneler birbirlerinin derisi üzerinde kudret ve güçlerini denemeye koyuldu.
(Fazıl Ahmed Aykaç, Kırpıntı)
ŞAİRLER TARİHÇİLERDEN DAHA YÜREKLİ
Necip Fazıl Kısakürek’in Ulu Hakan Abdülhamid Han adlı hacimli kitabında şaşırtıcı bir ilke dikkatimi çekmiştir. Üstada bakılırsa Sultan 2. Abdülhamid aleyhine atılan her iddia ve iftiranın tam tersi doğrudur. Yani daha söz konusu iddiayı incelemeye girişmeden kafadan Ulu Hakan’a atılan her iftiranın tersini doğru kabul edebiliriz. Hiç şüphesiz bilimsel değil, şairane bir yorum bu. Şairane evet ama şairlerin hakikati tarihçilerden daha dürüstçe ifade edebildikleri bir ülkede yaşamakta olduğumuz gerçeğini de unutmamak şartıyla.
Gerçekleri söyleyenlerin ağzına biber sürüldüğü zamanlarda hiç değilse -Mehmed Emin Yurdakul’un manidar deyişiyle- şairler susmamalıydı.
Susmadılar. En azından bir kısmı susmadı, tarihçilerin dili lâl kesilirken.
Kimler mi?
Aklımıza ilk gelenleri yazalım:
Mesela Nazım Hikmet…
İstanbul’un fethi için kaleme aldığı ve şehrin hicrî fetih tarihini mahyalaştıran “Sekiz Yüz Elli Yedi” başlıklı şiirinden tutun da Japonya’ya atılan atom bombasını “büyümez ölü çocuklar” mısraıyla kalplere kazıyan “Kız Çocuğu” adlı şiirine kadar gayri resmi bir tarih yazmıştır ki meslekten tarihçilere inat hala okutmaktadır kendilerini.
Necip Fazıl’ı ele alalım.
Adnan Menderes’in idamı üzerine yazdığı “Zeybeğin Ölümü” adlı şiiriyle merhum Başvekil’i tarihin tozlu alnına bir Köroğlu masalı gibi kazıyan Üstad, “Sakarya Türküsü”nda bir dev gibi taşlaştırılmış geçmişi belirsiz geleceğin üzerine iteleyerek bugün dahi kalpleri titretmekte değil midir?
Öte yandan Ece Ayhan,
İki, Daha yavuz bir belge var mıdır ha
Gerçeği ararken parçalanmayı göze almış yüzlerden.
diye gerçeği ararken yüzünüzün parçalanmasını göze almanız gerektiğini ve Türkiye’de hakiki tarihi yazmanın çetinliğini hatırlatarak açtığı perdenin arkasından bize ne şaşırtıcı hakikatler göstermez ki! İşte çıkıntılık yaptığı anlardan bir alıntı:
“İlginçtir: Kurtuluş Savaşı’nda asker kaçaklarının oran açısından çok olduğu iller ile 1961’de askerlerin ve asker anlayışındakilerin yaptığı anayasanın halkoylamasına ‘hayır’ diyen iller aynıdır: Yani 1950’den 60’a kadar Sivillerin Battal Gazi kaleleri olan iller!”
SEZAİ KARAKOÇ VE İSMET ÖZEL
Öte yandan Sezai Karakoç hakiki bir muhalif olarak resmi tarihe Kısas-ı Enbiya’yı yontarak alternatif imaline koyulmuştur. Yine Ece Ayhan’ın deyişiyle Sezai Karakoç “Cumhuriyetle yaralananlar” zümresine dahildir ve bu yüzdendir ki resmi mahfillerce ısrarla yok sayılmaktadır. Tıpkı şairin Cumhuriyet döneminde gelmiş geçmiş en özgün ve en ilginç ‘uç düşünür’ saydığı İdris Küçükömer’i yok saydıkları gibi.
Nihayet İsmet Özel ve 1974 tarihli “Amentü”sünden süzülen o yakın tarihi kökten sarsıcı mısralar:
Çanlar sustu ve fakat
Binlerce yılın yabancısı bir ses
Değdi minarelere: Tanrı uludur Tanrı uludur
Polistir babam
Cumhuriyetin bir kuludur
“Türkçe ezan” zulmünü bu kadar derinden kavratan başka bir şiir bulmak –inşaallah yanılırım ama- bundan sonra hayaldir. Çünkü bugünkü Türkiye’de şiir artık konuşmamaktadır. Susmamıştır ama konuşamamaktadır.
Dosyalar adlı kitabıyla Arif Ay’ın ‘öfkesi’ni, “33 Kurşun” adlı şiiriyle Van’ın Özalp ilçesinde faili meçhule kurban giden 33 kişinin kurşuna dizilişini dile getiren Ahmet Arif’i hatırladıktan sonra bu bahsi şair Ece Ayhan’a dönerek bitirmek en iyisi:
“Birgün sokakta iri kıyım bir sivil polis suçlu sandığı bir adamı yakalar, onu boyluboyunca yere yıkar ve kendilerine haber salınan karakoldaki üniformalı arkadaşları gelinceye kadar da, adamın üzerine olanca ağırlığıyla oturur. (…) Sivil ya da üniformalı polislerin de başı sayılan İsmet İnönü 12 buçuk yıl, evet 12 buçuk yıl Nâzım Hikmet ve şiiri üzerine işte böyle oturmuştur! Benim asıl tuhafıma giden şey, bugün (19)92’de bile yadsınamaz bu olguya kimse şöyle bir değinmeyi bile göze alamıyor. Hatta kendilerinin açık ufukla ve her birşeye hoşgörüyle baktıklarını ileri süren sosyal demokratlar bile. Ben onlara sosyal bürokrat diyorum.”
Mağdur Nazım Hikmet’e de, ona zulmeden İsmet İnönü’ye de aynı şekilde sahip çıkanların tezadına işaret eder yazar.
Dedim ya, Türkiye’de şairler susmamak zorundadır. Şair kalabilmek için susmamak zorundadır daha doğrusu.
Burada susmayanlardan bir demet sunduk. Susanlara selam vermeyeceğiz.