Ankara Emniyetinin önüne kadar gidip de menfur gayesine ulaşamayacağını anlayınca son çare olarak kendisini havaya uçuran teröristin muvaffak olamayışına bıraksanız ağıt yakacak olan marazî kadın sunucu vakası zihinlerde henüz tazeliğini korumakta. Halktv’deki programında “Hiçbir şey yapamadan…” sözünü üç kere tekrarlayarak niyetini aşikâr eden Ayşenur Arslan’ın sözleri derhal Sultan 2. Abdülhamid dönemine ışınladı hafızamı ve ertesi sabah (3 Ekim) 10.42’de şu cümleyi içeren tviti (X’i mi demeliydim yoksa?) paylaştım takipçilerimle:
“Tevfik Fikret de Sultan 2. Abdülhamid'e bomba atan Ermenilerin kiralık katiline “Ey şanlı avcı, bombanın attın... ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın” diye ağıt yakmıştı.”
Sonrasında kurduğum bu benzerlik üzerine yazıpçizenler oldu gerçi ama biz bugün 118 yıl önceye giderek Sultan’a sarayının hemen dibinde atılan uluslararası boyutlara sahip bomba hadisesini olanca tafsilatıyla yazacağız ki hadise tarihte kalmasın, bugüne gelsin.
Günlerden 21 Temmuz 1905’dir.
Sultan II. Abdülhamid’in Cuma selamlığındayız. Cuma namazı bitmiş, özellikle ecnebi meraklılar tarafından büyük bir heyecanla beklenen an gelmiştir. Sultan Abdülhamid caminin çıkış kapısına doğru ilerlerken bazı vekil ve vezirleriyle konuşmuş, onlara iltifatlarda bulunmuştur. Tam kapıdan çıkacakken bu defa da demirbaş Şeyhülislamı Cemaleddin Efendi’yle ayaküstü bir meseleyi konuşacağı tutmuştur. Dışarıda kendisini hangi korkunç sürprizin beklediğinin tabii ki farkında değildir o sırada.
Ermeni sosyalistin huzura attığı bomba
Bizzat suikastçılar Yıldız Camii’nin bugün park yapılan bahçesinde Padişahın dışarı çıkmasını beklemektedirler. Gecikme, onları da iyice meraklandırmıştır. Çünkü Cuma selamlıklarına defalarca gelip gitmiş ve Padişahın camiden arabasına 1 dakika 42 saniyede ulaştığına varıncaya kadar her şeyi inceden inceye hesaplamışlardı. Ne var ki, Sultan Abdülhamid’in tam kapıdan çıkarken Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’yle yaptığı o ayaküstü sohbet, bütün planlarını alt üst edecektir.
Öte yandan 29 yaşındaki Belçikalı sosyalist Charles Edward Jorris, Fransa’daki anarşik eylemleri sırasında Ermeni tedhişçileriyle tanışmış ve onların daveti üzerine İstanbul’a gelerek Beyoğlu’nda Moravic Apartmanı’na yerleşmiştir. O ve diğer Ermeni suikastçılar, önce Beykoz’da Abraham Paşa korusunda, sonra Polonezköy’de çeşitli defalar bomba denemelerinde bulunmuşlar, ardından Yıldız’da Padişahın geçeceği yol üzerinde bir ev kiralayarak planlarına nihai şeklini vermişlerdir. Bunun üzerine Viyana’da Nesseldorfer araba fabrikasında özel bir araba imal ettirmiş ve arabacının oturma yerinin altına patlayıcıyı yerleştirebilecekleri gizli bir bölme yaptırmışlardır.
Bomba yüklü arabayı Yıldız Camii’nin bahçesine kadar sokmayı başaran (özel izin gereken bu kısma koskoca arabanın fark edilmeden nasıl girdiği daha sonra Sultanın kafasını epey karıştıracaktır) suikastçılar, saatli bombayı padişah kapıda görünür görünmez harekete geçirmişler ama o “bir anlık gecikme”yi hesaplayamamışlardır.
İstanbul’u sarsan patlama
Ardından, Boğaz’ın karşı yakasını Göztepe’ye kadar çınlatan, Avrupa yakasında ise Fatih’e kadar etkileyen ve Maçka, Nişantaşı gibi semtleri yerinden oynatan müthiş bir infilak sesi duyulur. “Dijital kamera” yerine olay yerinin kanlı manzarasını Necip Fazıl’ın dumanları dağıtan kalemi yansıtsın bize isterseniz:
“Gündüzü geceye çeviren bir duman, baruttan yayılan ölüm kokusu ve hemen arkasından bir harp sahnesi manzarası… Parçalanmış bir sürü insan, at ve araba... Camide ne cam, ne pancur… Parmaklıklar üstünde kopuk insan ve at uzuvları, yerlerde sahiplerini kaybetmiş sorguçlu kalpaklar, baltayla doğranmış gibi paramparça cesetler… Ve… Ve feci bir panik… Boğuşma hâlinde bir kaçışma... Ana-Baba günü… (Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, İst., 1977, s. 312-3.)
Ya bu korkunç manzara karşısında adı “korkak”a çıkartılan Sultan Abdülhamid nasıl davranmıştır dersiniz? Cevap: Tam bir Osmanoğlu’na yaraşır şekilde.
Korkunç olayı soğukkanlılığını asla yitirmeden sükûnetle izleyen Sultan, paniğe kapılmış olan yetkilileri “Korkmayın!” diye yatıştırıp gerekli emirleri verdikten sonra sert ve vakur adımlarla saltanat arabasına yönelmiş ve patlamadan ürkmüş olan atların dizginini ele alarak dörtnala Yıldız Sarayı’nın yolunu tutmuştur. Onun bu cesaret ve metanetine yerli ve yabancı seyirciler, bu arada Amerikalı Bahriye Generali Bucknam (Bagnam) Paşa da hayran kalmış ve misafirler arasından “Yaşa Sultan!” sesleri yükselmiştir.
Suikastı inceden inceye planlayarak hazırlayan Ermeni tedhişçilerinin hesabı şuydu:
Başarılı olsaydı, arkasından Beyoğlu’nda patlamalar birbirini takip edecek, sabotajlar başlayacak, kargaşalık çıkartılacak, bunu dış güçlerin müdahalesi izleyecek ve Doğu’da bağımsız bir Ermeni devleti kurulmasının ilk adımları böylece atılmış olacaktı. Ama o birkaç dakikalık gecikme büyük planlarını suya düşürmüş oldu.
Kaçabilenler o kargaşalıkta Sirkeci Garı’ndan trenle Avrupa’ya giderek paçayı kurtarmışlar ama Jorris ve hempaları derhal yakalanmıştır (karısı Anna da kaçmayı başaranlardan). Derhal bir soruşturma komisyonu kurulmuş (bu arada, Necip Fazıl’ın dedesi Cinayet Mahkemesi Reisi Hilmi Bey de komisyonun üyelerindendir), Sultan Abdülhamid, mahkemenin tarafsızlığına gölge düşürmemek için sorgu yargıçlığı ve azalıklarında Rum, Ermeni ve Musevi hâkimler bulundurulmasını irade etmiş ve yargılama sonunda içlerinde Jorris’in de bulunduğu 11 kişi idama, 46 kişi de çeşitli cezalara çarptırılmıştı.
Sonrası daha ilginç.
Sultan Abdülhamid’in insan israfı sevmeyen birisi olduğunu bu olaydan da anlıyoruz. Diğerleri gibi, suikastın elebaşısı olan sosyalist Jorris affedilmiş, af ne kelime, cebine 500 altın harcırah konularak bu defa Sultan Abdülhamid’in sadık bendelerinden biri olarak Avrupa’ya işbaşına gönderilmiştir! Bir suikastçı, belki de dünya tarihinde ilk defa, suikast düzenlediği kişi tarafından işe alınmakta ve ödüllendirilmektedir!
Tevfik Fikret (1867-1915)
Tevfik Fikret’in alnındaki kara leke
Dürüstlük ve vatanperverliği her fırsatta gözümüze sokulan ve Millet Şairi unvanıyla yad edilen şair Tevfik Fikret, Ayşenur Arslan gibi suikastın hedefine ulaşamayışına fena halde içerlemiş ve yazdığı “Bir lahza-i teahhur” (Bir anlık gecikme) adlı şiirinde suikastçı Jorris’i “şanlı avcı”, kendi yöneticisini ise alçak (denî) ve zalim olarak göstermiştir.
Şiirden alacağımız birkaç beyit, edebiyatçımızın Sultana olan kini yüzünden Ermeni Taşnak örgütünün yanında yer alacak kadar nasıl alçaldığını göstermek için yeterlidir (dâm, tuzak demektir):
Ey şanlı avcı, dâmını beyhûde kurmadın;
Attın… fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!…
Kanlarla bir cinayete benzeyen bu iş
Bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş.
Peki aynı Tevfik Fikret’in 1891 yılında Mirsad dergisinin açtığı yarışmada aynı Padişaha övgüler düzen şiiriyle birinciliği kazandığını, Malumat dergisinde ise 1894’de yine Sultan Abdülhamid’i öven bir şiirinin yayımlandığını biliyor muydunuz? Yani bu olaydan yaklaşık 20 yıl önce Fikret, Ermeniler tarafından nasıl olup da vurulmadığına dövündüğü aynı padişahı yere göğe sığdıramıyordu.
Sultan Abdülhamid Han Cuma selamlığında. (Servet-i Fünun Gazetesi)
Abdülhamid’e duyulan kin insana neler yaptırıyor?
Tevfik Fikret’in talihsiz manzumesi bir iş kazası gibi görülmemeli. “Bir lahza-i teahhur”, devrin aydınlarının Saray’a bakışını yansıtan -puslu da olsa- bir aynadır sonuçta. Nitekim bu olayın üzerinden 45 yıl geçtikten sonra bile bir süreli yayında Fikret’in kininin nasıl büyük bir inatla devam ettiğini görüyoruz. Yazar, Abdülhamid’in Cuma namazı kılmadığını, herkes namazını kılarken padişahın hünkâr mahfilinde sigara tellendirdiğini (!), kendisine verilen jurnalleri okumak için Cuma vaktini seçtiğini utanıp sıkılmadan yazabilmiştir.
Lakin şimdi anlatacaklarımın yanında bu iftira bile masum kalır. Hilmi Kirtiş adlı bir yazar(!), Yıldız’da bombanın patlamasını hakkında tam 44 yıl sonra yüreği soğumamış ki, şunları döktürüyordu:
“Ne oluyordu? Bu, her hâlde bir suikasttı. Fakat Abdülhamit ölmüş müydü? Acaba millet bu zalimden kurtuldu mu?... Yeşil parmaklıklar kıpkırmızı kan ve et parçaları içindeydi. Bombanın tesiriyle fırlayan insan etleri hep duvara, parmaklıklara yapışmıştı. Abdülhamit bütün bu etler arasında bir heyulâ-yı istibdat (despotik heyula) gibi camiden çıkarak sarayına dönmüş, tahkikat (soruşturma), nefi[y]ler (sürgünler), hapisler, cezalar icrası için emirler vermişti. (“Abdülhamid’e atılan bomba”, Aylık Ansiklopedi, Sayı: 2, Ağustos 1949, s. 19.)
Yazının devamında bomba eyleminin Osmanlı milletini Sultanın zulmünden kurtarmak için bazı Ermeni vatandaşları tarafından “bin türlü müşkilâtla” gerçekleştirildiğinin anlaşıldığı belirtilmekte ve Ermeni teröristler “cesur” sıfatıyla alkışlanmaktadır. Yani yazar, zavallı terörzedelere acıyacağına, eylemcilerin bombayı patlatmak için ne büyük zorluklar çektiklerini anlatmayı tercih etmektedir! Ne kadar da benziyor bugünkülere!
“Bir anlık gecikme”nin gerçek sebebi
Bazı kaynaklarda bir anlık gecikmenin sebebini Padişahın Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’yle biraz daha sohbet etmek istemesinden, hatta “gevezeliğinin tutması”ndan kaynaklandığı belirtilir. Ancak devrin Sadrazamı Avlonyalı Ferid Paşa’nın oğlu Celaleddin Velora Paşa’nın bizzat babasından naklettiğine göre, Şeyhülislam, o sırada İstanbul’a gelmiş bulunan Mekke Emiri’ni namaza getirmiş ve namazdan sonra Padişaha bu uğurlu misafirin gelişini müjdelemeye teşebbüs etmiş, Abdülhamid Han da emiri hemen tanımış ve elini öpmesine müsaade etmiş, iltifat olarak da, “Hoş geldiniz Emir Efendi, Âsitanemize (İstanbul’a) safalar getirdiniz, Haremeyn halkınız iyidirler inşaallah?” demeye kalmadan o müthiş infilak sesi duyulmuştur. Küçük bir ayrıntı belki ama Fikret’in o kadar dövündüğü o gecikmenin sebebi olarak bu açıklama bana daha makul göründü.