TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ
“Önceleri, Almanların yapacağı bir demiryolunu dahi destekleyen İngilizler, [Almanlarla] Bağdat Demiryolu Anlaşması’nın imzalanması, üstelik demiryolunun Basra’ya kadar uzatılması kararının alınması karşısında çileden çıkmışlardı.”
Osmanlı’da Neft ve Petrol adlı nefis araştırmanın yazarı Volkan Ediger böyle yazıyordu kitabında (ODTÜ Yayınları, İst., 2005, s. 200).
Sultan II. Abdülhamid döneminin çeşitli sebeplerle karanlıkta kalmış pek çok noktası vardır. Bunlardan biri de, Osmanlı ülkesini demir bir ağ içine alma, sonradan, 1933 yılında Onuncu Yıl Marşı’nda dile geldiği üzere, ana yurdu ‘demir ağlarla örme’ projesidir. Bunu ham ve aceleci hükümlerle ‘Alman emperyalizmine peşkeş çekmek’ diye sunan “büyük” tarihçimizin ismini vermeyeyim, çünkü çok yaygın ve orta malı bir kanaattir ve kaale alınmaya değmez.
Sultan Abdülhamid’in inşaatı 8 yıl süren Hicaz Demiryolu hakkında çok şey söylenebilir ama herhalde tamamen yerli sermaye ile ve yerli mühendis ve işçilerle ve dahi, başta padişah hazretleri olmak üzere Osmanlı halkından ve diğer İslam âleminden muazzam bir seferberlik sayesinde toplanan yardımlarla (bu yardımların içerisine kurban derileri de dahildir) gerçekleştirilmiş olmasıdır. Projelendirilmesinden uygulanmasına kadar neredeyse tamamen yerlidir ve Cumhuriyet dönemindeki Türk demiryolculuğunun temeli de bu projenin tatbiki yıllarında atılmıştır. Demiryolu uzmanı Yakup Kalgay’ın deyişiyle söylersek,
“Hicaz Demiryolu, bugünkü Türk şimendiferciliğine geniş ölçüde bir tatbikat alanı, tecrübe ve meleke okulu olmuştur. Ve gerçekten bugün [1945 Kasım’ında] işbaşında bulunan mühendislerimizden bir kısmı, bu tatbikat alanında stajlarını tamamlamış, salâhiyet, ehliyet imtihanlarını başarı ile vermiştir.” (“Demiryollarımız”, Aylık Ansiklopedi, No: 19, Kasım 1945, s. 583.)
Demek ki, Hicaz Demiryolu’na bakarken sadece 1.465 kilometre uzunluğunda devasa bir tesis olmaktan öte, yerlilik ve Türk demiryolculuğunun kaynağı olma keyfiyetlerini de vurgulamak önemlidir. Ancak önemli olan başka bir nokta daha var ki, ifadesi genellikle ihmal edilir: Bu projenin Sultan Abdülhamid’in enerji politikasıyla yakın ilgisi.
Öncelikle tarihimizin ne kadar sığ ve sebep-sonuç bağlantısı olmadan anlatıldığına bir örnek olmak üzere Birinci Dünya Savaşı’nın ana gerekçesini petrole kimin ulaşağının oluşturduğuna dikkat çekmemiz şarttır. Bir başka deyişle asıl mesele, İran, Irak, Suriye, Kuveyt, Azerbaycan vs. gibi yerlerdeki petrole hangi emperyalist ülkenin daha önce çökeceği sorunuydu. Çünkü dünyanın gelecekteki en değerli enerji kaynaklarının ‘Ortadoğu’da yoğunlaştığı anlaşılmıştı. Daha 1882 yılında İngiliz Amirali Fisher, dünya üzerindeki hegemonyalarının gemilerinde kömür yerine petrol kullanmaya bağlı olduğuna inandırmaya çalışıyordu Savunma Bakanlığı’nı. 1900’lerin başında bu ihtiyaç dünyada kabul görmüştü. Petrolün kaynağı ise büyük ölçüde Ortadoğu’daydı.
Sultan devreye giriyor
Ne var ki bunun karşısında Abdülhamid iktidarının sonlarında Almanlara verilen Bağdat Demiryolu ihalesi kalın bir duvar oluşturacağa benziyor, onun Hindistan’daki İngiliz hakimiyetini bile tehdit edeceğinden korkuluyordu. Proje gerçekleştiği takdirde Azerbaycan’ın Bakü kıyılarında ve İran’da Mescid-i Süleyman’da savaş gemilerinde kullanmak için petrol çıkarmaya uğraşan İngiliz emperyalizmi, Almanya’dan başlayan ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bulgaristan, Sırbistan ve Osmanlı Devleti’yle Basra Körfezi’ne bağlanan binlerce kilometrelik bir duvara toslayacak ve daha tehlikelisi, müttefiki olan Rusya’yla bağlantısı kopacaktı. Sonuçta Bağdat Demiryolu, böyle bir “Demir Perde” gerecekti İngiliz emperyalizminin karşısına.
Lakin bu ‘Demir Perde’ projesinin en zayıf halkası, Sırbistan’dı. Bütün mesele, Sırbistan’ın hangi cephede yer alacağı noktasında düğümleniyordu. Sırplar Almanlarla ittifakı tercih ederse İngilizler, İtilaf devletlerini tercih ederse karşı cephe zayıflayacaktı. İşte Birinci Dünya Savaşı’nın bir Sırp anarşisti Gavrilo Princip tarafından Saraybosna’da Avusturya-Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand ile zarif eşine karşı gerçekleştirilen suikast sonucu çıkmasının gerçek sebebi, Ortadoğu petrollerine uzanacak hattın zayıf halkasının kimde kalacağı meselesiydi. (William Engdahl, A Century of War: Anglo-American Oil Politics and the New World Order, Pluto Press, 2004, s. 23-24.)
Zaten daha 1896 yılında Bağdat Demiryolu Konya’yı İstanbul üzerinden Berlin’e bağlamıştı bile. Şimdi iş, Konya’dan Bağdat’a uzanmaya kalmıştı. Böylece Osmanlı ülkesinin iç pazarı, Avrupa kanalından dünya pazarlarına bağlanmış oluyordu. Öbür taraftan 1900 yılında bizzat Sultan’ın iradesiyle inşasına başlanan Hicaz Demiryolu, Osmanlı’nın bu defa yabancı devletlerin yardımı olmadan Ortadoğu’ya karadan bir kanal açma girişimi olacaktı.
Aslına bakılırsa Hicaz Demiryolu, Sultan II. Abdülhamid’in imparatorluğu kurtarma projesinin bir parçasıydı.
Yalnızca içerideki ekonomik canlanmayı temin etmeyecekti bu projenin gerçekleşmesi, aynı zamanda yakın bir gelecekte kopması muhtemel kıyamet öncesinde Osmanlı kuvvetlerinin seri hareket edebilmesini de sağlayacak, petrol bölgelerine yönelik bir emperyalist hücumu da onun sayesinde önleyebilecekti. Bir başka ifadeyle Hicaz Demiryolu’nun gerçek yapılma sebebi, Yavuz Sultan Selim’in, Osmanlı fetihlerinin yönünü güneye ve doğuya çevirmesindeki sırla alakalıydı.
Nasıl Selim Han İran, Suriye ve Mısır fetihleriyle Portekiz’in Hind Okyanusu’ndaki faaliyetlerine karadan giderek bir cevap vermişse, torunu olan II. Abdülhamid Han da Hindistan ve Mısır’ı kontrolü altına alan İngiliz emperyalizmine yine karadan bir yol bularak karşılık veriyor, kurtların iştahını kabartan enerji havzalarına, Alman petrol mühendisi Paul Grasskopf tarafından çizilen haritada petrol bulunduğu belirtilen yerleri tek tek Hazine-i Hassa Nazırlığı adına satın aldırmak suretiyle sahip çıkıyordu.
Bunu, Bağdat ve Hicaz demiryollarının geçtiği noktalar ile petrol çıkan bölgeleri gösteren haritaya baktığınızda daha net olarak görebilirsiniz.
Ne tuhaf, değil mi! Tren hatları ısrarla petrol çıkan bölgelerden geçirilmiştir.
Neden satın aldı?
Sultan Abdülhamid Emlâk-i Hümayun adı altında Hazine-i hassa Nezaretine bağlı bir kurum oluşturmuş, Tanzimat’tan sonra kaldırılan padişahlık makamına ait bütün gelirleri yeniden Hazine-i Hassa idaresine bağlamış, kontrolü altına almıştı. Hazine-i Hassa adına Bağdat, Musul, Halep, Kudüs ve Kıbrıs’tan toprak satın alınması, Bağdat ve Musul petrol imtiyazının yarı sıra Selanik limanının inşa ve işletme imtiyazı da alınmıştı. Ayrıca imparatorluk topraklarının çeşitli bölgelerinde çıkan altın, çinko, demir, kömür, boya, borasit, mermer taşı madenlerinin çıkarma ve işletme imtiyazları da Sultanın iradesine bağlanmıştı.
Neden peki?
Çünkü Prof. Arzu Terzi’nin ifadesiyle söylersek hukuken kamuya ait (mirî) bir arazinin yabancı bir devlet tarafından işgali halinde bu yer tamamen o devletin hakimiyetine geçmektedir. “Ancak aynı arazi padişahın kendi adına tapulu mülkü ise, o takdirde bu yer şahsi bir mülkiyet sayılmakta ve herhangi bir işgal sırasında kendi mülkü addedilmekteydi. Padişahın vefatı halinde ise miras hukukuna göre emlak evlatlarına geçmekte yani yine hükümdar ailesinde kalmaktaydı.” (Bağdat-Musul’da Abdülhamid’in Mirası, Timaş, 2009, s. 31.)
Sultan’ın Hazine-i Hassa adına tapulattırdığı Bağdat ve Musul petrol yatakları ise en büyük paylaşım kavgasının odağında yer alacaktı. İşin tuhafı, dost olduğu Almanların da bu petrol yataklarında gözü olmasıydı. Ve onlara Bağdat Demiryolu imtiyazı, rayların iki yanında bulunan madenler ve petrol yatakları anlaşmaya dahil edilmişti.
Ne var ki Sultan hemen harekete geçmiş ve Ekim 1898’de Bağdat, Kasım 1902’de ise Musul petrol yataklarının Emlak-i Hümayuna devredilmesi suretiyle Almanların istifadesine kapatılması sağlanmıştı. Buna göre Musul ve Bağdat’taki petrol yataklarının işletmesi Hazine-i Hassa Nezaretine aitti.
Prof. Arzu Terzi’nin deyimiyle “Bu, Sultan Abdülhamid döneminde uygulanan siyasî ve ekonomik bir politikadır.”
Siyonizmin oyunu
Bu Sultan da çok olmaktadır artık...
Nitekim 1908 Mayıs’ında “Concession Syndicate Limited” şirketinin operasyon şefi George B. Reynolds, İran sınırları içindeki Mescid-i Süleyman bölgesinde dünyanın o zamana kadar gördüğü en zengin petrol yataklarını patlattığında Sultan Abdülhamid iktidarının sonu da gözükmeye başlamıştı.
Ne gariptir ki, 1908 Mayısında petrol bulunmuş, bundan sadece ve sadece iki ay sonra Makedonya kaynaklı Jön Türk isyanı başlamış ve Temmuz ayında Sultan Abdülhamid, Meşrutiyet’i ilan ederek iktidarı bırakmak zorunda kalmıştı (tahtı bırakması için de 9 ay yetecekti).
Sözün özü petrol, bir devlet başkanının daha başını yemişti. Ama bu, ne ilk, ne de son olacak, Sultanın tahttan indirilmesinden sadece 9,5 yıl sonra bu defa, onu devirenler kullanılarak Osmanlı Devleti parçalanıp yıkılacak ve Sultan Abdülhamid’in Alman mühendisi Paul Groskopf’a yazdırdığı petrol raporu ve yaptırdığı petrol haritasında işaretlediği hemen bütün noktaların kontrolünün şaşırtıcı bir hızla gemilerinde kömürden petrole geçişi tamamlamış olan İngilizlerin eline geçtiği görülecekti.
1918 yılının 1 Kasım’ını 2 Kasım’a bağlayan gece vatanı gizlice terk eden Enver Paşa, yola çıkmadan önce yaveri Mersinli Cemal Paşa’ya, Siyonizmin oyununa geldiklerini ve en büyük hatalarının Sultan Hamid’i anlayamamak olduğunu söyleyecekti. (Bkz. Cevat Rifat Atilhan, “Abdülhamid ve Siyonizm”, Sebilürreşad, Sayı: 21, Kasım 1948, s. 333. Merhum Cevat Rifat Bey Mersinli Cemal Paşa’nın yaverliğini yapmış ve bu sözü ondan nakletmiştir.)
Haklıydı belki ama ne çare ki, atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmişti...