Abbas Sayar ve Niyazi Mısri’ye Nazire

Abone Ol

Cuma namazını Mihrimah Sultan Camii’nde kıldıktan sonra, havanın da güzel oluşundan yararlanarak çarşıda dolaşmaya başladım. Kara Davut Paşa Camii’nin yanında merhum Fethi Gemuhluoğlu Ağabeyimizin mahdumu Selman Gemuhluoğlu ile karşılaştım. Selman Bey, adı geçen caminin kıble tarafında bulunan Semai Kahvesinde çay içme teklifinde bulundu. Memnuniyetle kabul ettim. Hoş-beşten sonra Selman Bey, İttifak Gazetesi’nde merhum Âsâf Halet Çelebi ile ilgili olarak yayımlanan yazımı zevkle okuduğunu, aynı konuda 'Arapgir Postası'nda da bir yazı neşredildiğini söyledi. Ricam üzerine bu yazıyı bulacağını belirttikten sonra birbirimizden ayrıldık.

Vakti biraz daha değerlendirmek için Üsküdar Belediyesi’nin tam karşısında bulunan Kırkambar Sahafa gittim ve ayağımın tozuyla tozlu kitapları ve diğer evrak-ı perişanı karıştırmaya başladım. Bir iki kitapla, üç-beş dergi seçtim. Merakınızı gidermek için bunların isimlerinden ve muhtevalarından kısaca bahsedeyim, isterseniz önce dergilerden başlayayım.

Mart 1998 tarihli 'Albüm' dergisinin sayfalarını çevirirken beni heyecanlandıran bir yazıyla karşılaştım. 'Reşad Ekrem Koçu’nun Ömrünü Adadığı Kent Kütüğü/İstanbul Ansiklopedisi Anıları' başlığıyla ve merhum Prof. Dr. Semavi Eyice imzasıyla yayımlanan bu makalenin hatırı için o koca dergiyi bir tarafa ayırdım. Bir taraftan da ayırdığım dergileri, birileri kapmasın diye koyduğum yeri, gözetim altında tutmayı sürdürdüm. Satın aldığım diğer bir dergi ise, 'Türk Edebiyatı'nın Ahmet Kabaklı özel sayısı’ idi. İçinde benim yazımın da bulunduğu bu özel sayı, aslında kütüphanemdeki yerini koruyor ama eski püskü mecmuaların içinde melül mahzun duruşu rikkatime dokunduğu için onu da bir tarafa ayırdım.

Kırkambar Sahaf’tan aldığım dergilerden bazılarını da 1930’lu yıllarda yayımlanan 'Aylık Bilgi ve Kültür Mecmuası Yücel' teşkil ediyor. Tabii ki bunları da içlerindeki bazı yazıların hatırı için seçtim. Mesela Tahir Olgun merhumun 'Eski İstanbul’dan Parçalar/ Pencere Önünde Bir Gezinti' başlığını taşıyan ve İstanbul semtleri hakkında önemli bilgiler veren makaleleri ilgi alanıma girdiği için alıp almama konusunda bir tereddüt yaşamadım.

Yücel’in 23.sayısının kapağında Mehmet Akif’in ölüm haberi, kendisine ait şu mısralarla birlikte veriliyor:

Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim

Ne saadet! Hani? Ondan bile mahrumum ben

Daha yıllarca, eminim ki, hayatın yükünü

Dizlerim titreyerek çekmeye mahkumum ben

Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağımı

Bana çok görme İlahi, bir avuçtoprağını!

Ayrıca Akif’in vefatından sonra kaleme alınan bazı yazılar da bu derginin sayfalarını süslüyor. İşte onlardan bir iki örnek. Ünlü edebiyat tarihçisi İsmail Habib Sevük diyor ki:

'Mehmet Akif’te içtimai levhaları, mahalli renkleri, milli hayat parçalarını aksettiren ve o vadinin en kudretli numunelerini vermiş bir kemal görüyoruz. Nihayet vecdi ve heyecanı olan Mehmet Akif’te, Asım’ın bilhassa Çanakkale Harbi’nin tasvirine ait sayfalarında, Mehmetçiğin türbesine yaptığı abidede, bize yalnız kendi şiirinin son zirvesini değil, aynı zamanda edebiyatımızın da en mühim irtifalarından birini vermiştir. Asım’da bütün Mehmet Akif vardır. Elinde böyle bir cilt olan kimse de şiir mabedinin içine, her vakit kendi evi gibi girebilir.'

Süleyman Nazif de duygularını şu tumturaklı sözlerle dile getiriyor:

'İlhamlarını Arş-ı A’la’dan alırdı. Dehası, etekleri güneş olan şahikalara vakit vakit iner ve sonra sanat şahikasından da yüksek ufuklara çıkardı. Namütenahilikte hübut ile uruç, müteradiftir. Akif’in miraçları da hübutları da mübarektir.'

İbrahim Alaeddin Gövsa ise, düşüncelerini şöyle dile getiriyor:

'Türk halk dilini onun kadar munis ve tabii kullanan olmadığı gibi, Türk halkının gönlünü onun derecesinde doğrulukla ve samimiyetle intak eden (konuşturan) bir şairimiz yetişmemiştir. Öyle sanıyorum Safahat’şark ufuklarında akisleri asırlarca dalgalanmaya namzet bir şaheser olarak kalacaktır. Akif, fikirlerinden, hislerinden kıyafetine kadar her noktadan tabii, bilhassa son derece samimi bir memleket adamıydı.'

Akif’in dini ve manevi dünyasına son derece yabancı olan Falih Rıfkı Atay bile aşağıdaki cümleleri sarf etmekten kendini alamıyor:

'Şair Akif’e Arnavut damgasını vurmak isteyenlere bakmayınız. Şair Akif, bir Müslüman milliyetperveri idi. Yani Arnavut olduğu kadar Türk, Türk olduğu kadar Arap, Osmanlı aşırı ümmetçi idi. Vatanperverliği Müslümanlık aleminin genişliğindedir.'

Peyami Safa’ya gelince, o da Akif’siz bi şiir dünyası hakkında şu tespitte bulunuyor:

'Namık Kemal’den ve Tevfik Fikret’ten sonra, iki günden beri Mehmet Akif de yoktur. Vatan şiirinin bu üçbüyük zirveli sıradağları üstüne ölümün kara bulutu indi. Bütün ölçüleri ve haysiyetiyle düşünürsek, bugün Türk vatanı şairsizdir.'

Yine sözü adı geçen dergiye getirecek olursak, sayfaları arasında, merhum Süheyl Ünver tarafından 'Ölüme Müteallik Darbı Meseller ve Söylenmelerinin Hikmeti' başlığıyla yayımlanan bir yazı var ki hakikaten okunmaya değer.

Bendeniz, Ahmet Hamdi Tanpınar ve eserleri hakkında yeterli bilgiye sahip olduğumu sanıyordum. Kırkambar Sahaf’ta, 'Toplıyan'ı Ahmet Hamdi Tanpınar olan 'Namık Kemal Antolojisi' isimli kitapla karşılaşınca zannımda yanıldığımı anladım. Tabii ki ilk defa mülaki olduğum bu antolojiyi de kütüphaneme kazandırdım. Eserde, uzunca bir mukaddimeden sonra, Namık Kemal’den seçme parçalar yer alıyor. Bunlardan mesela, Hicri 1283 tarihli Tasvir-i Efkâr gazetesinde, eski İstanbul Ramazanlarıyla ilgili olarak yayımlanan makaleyi büyük bir zevkle okuyup 'Dersaadet’te Ramazan Akşamları' isimli derleme kitabımın müteakip baskısına almak için ayırdım. Keza, aynı antolojinin sayfalarını süsleyen Fatih Sultan Mehmet ile torunu Yavuz Sultan Selim hakkında iki yazı var ki, Namık Kemal’in şiirde olduğu kadar nesirde de büyük bir maharet sahibi olduğunu gösteriyor. Muallim Ahmet Halit Kitabevi tarafından neşredilen bu antolojiyi, bütün Tanpınar hayranlarına tavsiye ediyorum.

Belki garibinize gidecek ama takım halinde kütüphanemde bulunduğu halde, 'Şarkiyat Mecmuası'nın 7. sayısını da adı geçen sahaftan o gün satın aldım. Ne gereği var diye bir soru yönelteceğinizi tahmin ettiğim için müsaadenizle cevap hakkımı kullanayım.

Âşık, maşukuyla ne kadar karşılaşırsa karşılaşsın herhangi bir bıkkınlık göstermediği, aksine aşkı daha da ziyadeleştiği gibi, bizim gibi eski fakat değerli kitaplar ile evrak-ı perişan tutkunlarını da bunlar fena halde perişan ediyor. Yani dayanamayıp, mükerrer de olsa, onları da sahipleniyoruz. Ayrıca Bayram Bey’in istediği fiyatın ehven olması da aynı kitaptan veya dergiden bir kere daha alma suçunu (!) kısmen olsun hafifletiyor.

Bilmem izah edebildim mi?

Efendim, işbu 'Şarkiyat Mecmuası'nın başında 'Hallal-i Müşkilat' ünvanıyla muanven Nihat M. Çetin Hoca’nın 'Prof. Dr. Ahmet Ateş Hayatı ve Eserleri' başlığıyla bir yazısı bulunuyor ki, okumaya değer. Bu arada Ahmet Ateş Bey’in Toktamış Ateş’in babası olduğunu da belirteyim. Merhum Nihat Çetin’in aynı mecmuada ikinci bir yazısı daha bulunuyor ki, o da 'Arapça BirkaçDarb-ı Meselin ve Şeyhi’nin Harnamesinde İşlediği Hikâyenin Menşei Hakkında' başlığını taşıyor. Nazif Hoca’nın, Ahmet Caferoğlu’nun, Nihal Atsız’ın, Ramazan Şeşen’in de yazılarının bulunduğu bu mecmuada Abdülbaki Gölpınarlı’nın Niyazi Mısri hazretleriyle ilgili uzunca bir makalesi var ki, hiçşüphesiz büyük önem arz ediyor.

İşte bu yedi no’lu 'Şarkiyat Mecmuası'nın akşam eve gelip sayfalarını çevirmeye başlayınca bir sürprizle karşılaştım. Gölpınarlı’nın yazısının bulunduğu sayfaların arasından, Abbas Sayar merhumun 1974’de kaleme aldığı ve oğlu Ahmet Güner Sayar’a ithaf ettiği güzel bir şiir çıktı. Dosya kağıdına daktiloyla yazılan ve 'Niyazi Mısriye Tanzir' başlığını taşıyan bu şiiri de - teberrüken- siz değerli okuyucularıma takdim ediyorum.

Varlığında var edip, can olan anlar bizi,

Benliğinden el çekip viran olan anlar bizi.

Düşmüşüz ol râha kim terk-i hilat eyleyip,

Bir zamandan sıyrılıp bir an olan anlar bizi.

Çekmişiz elden etek sofra-i aşk hakkına,

Sevgi dergâhı olan, ihvan olan anlar bizi.

Kendi kendinde bir gayri olmaya istek bulan,

Lokmalıkta derlenip de nân olan anlar bizi.

Bir garip dostun elinden içmeye imkân gören,

Kendisinde kendine hicran olan anlar bizi.

Növbetinden el çekip dûnya vû ûkbâbilmeyen,

Devr ile devr eyleyip devran olan anlar bizi.

Ten’i cana bir kafes kim sanmayıp azad eden,

Sofrasında kendine mihman olan anlar bizi.

Nail’in serrinde sırrı bir muhal olsa bile,

Çaresizlikle bir gayre imkân olan anlar bizi.

Nail Abbas Sayar (1974)