Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp

Hattat Talip Mert’in kaleminden Selimiye Cami-i Şerifi

Osmanlı arşivi uzmanı, Hattat Talip Mert, kaleme aldığı “Selimiye Camii

Osmanlı arşivi uzmanı, Hattat Talip Mert, kaleme aldığı “Selimiye Camii Şerifi” başlıklı yazısında, Edirne’de süren restorasyon çalışmalarına dair önemli uyarılarda bulunuyor. Mert, yalnızca bir sanatkâr hassasiyetiyle değil, aynı zamanda tarihî hafızaya sahip çıkan bir arşivci titizliğiyle meseleye yaklaşarak, Selimiye’nin asaletine ve 450 yıllık hâtırasına gölge düşürecek uygulamalara dikkat çekiyor. Yazı, geçmişteki işgallerden bugüne taşınan acı hatıraları, Osmanlı arşivlerinin akıbetini ve hat sanatının serencamını bir araya getirerek kamuoyunu derin bir muhasebeye davet ediyor.

Edirne Selimiye Cami-i Şerifi

Hattat Talip Mert

“Son günlerde Selimiye Cami-i Şerifi’nin tamiri ile alakadar olarak birçok şeyler yazılıp çiziliyor. Bir süre sessiz kalıp dikkatle takip etmedim. Daha sonra bu işe az da olsa sahiplenmek, bir iki söz söylemek arzusu ile kalemi elime aldığımda işin tam bir VEHÂMETE doğru sürüklendiğini gördüm.

Bugün hat, tezhib ve kalem işi sanatları çok şükür 450 yaşındaki Selimiye Cami-i Şerifi’nin yapıldığı günlerden az da olsa daha ileri bir noktadır. DEVLET-İ ALİYYE-İ OSMANİYYE’nin yüzler akı medeniyeti adına sadece ustada kalmayıp çıraklarınca yaşatılan tek mirası da zaten bu sanatlardır. DEVLET-İ ALİYYE’nin 600 senelik ömründen bize miras kalan diğer “iftihar tablolarını” sürdüren tek bir çırak bile yoktur.

Elhamdülillah bunu şükranla yâr ediyorum.

1985’ten önce Türkiye’de mimari yazılara imza koyacak hattat sayısı şöyle böyle iki elin on parmağı kadardı.  Ta’lik yazanlar hâriç. Şunu iftihar ve gururla kaydedeyim ki 2025’te sadece ülkemizde en az 30 tane üstad derecesinde hattat var. Bunu yazarken “benden başka hattat mı varmış?” Buyuracak zevat-ı kiramdan özür dilediğimi de kaydedeyim. Ne olur ne olmaz. Bendeniz bu 30 kişinin dışındayım. Bu 30 altın kalem erbabının takdirkârı olarak bunu şerefle yazıyorum. Şu anda tamir safhasındaki Selimiye Cami-i Şerifinin 450 senelik hâtırasına, nefaset ve asaletine gölge düşürecek her harekete de “HAYIR!” diyorum. Niçin diyecek olursanız; bu muhteşem ve muazzam eserin tarihinde dört tane çok acı hâtırası vardır. Ve o acılar içinde böyle gülünç icraat yoktur. Bu acı hâtıralar şu anda Selimiye’nin maruz kaldığı keyfe keder muamelenin yanında çok masum türden bir acıdır. Nedir bu acılar?

Selimiye Cami-i Şerifi 1829 ve 1878’de iki defa Rus, 1912’de ise Bulgar, 1920’de Yunan işgaline uğradı. Bu işgaller sırasında bazı saygısızlıklara maruz kaldığı muhakkak ama kırılan, dökülen hele hele bugün yapılmak istenen hoyratlıklara benzer bir şey olmadı. Sadece 1878 işgalinde Rus generali Psolef 8-10 parçalık bir çini levhayı söküp Rus müzesine götürdüğü biliniyor. Zaman zaman benzer işi yapıp bunları satan Müslümanları (!) da bildiğim için bunu utanarak, elim ve dilim titreyerek yazıyorum. Yerli ve yabancı bazı gayr-i Müslimlerin Osmanlı medeniyetine yaptıkları hizmetler pek çok Müslümanı utandıracak çapta büyüktür.

Misal: 1912’de Bulgar işgaline ramak kala Boğdan Filov adlı bir Bulgar arkeoloğu Edirne’ye en yakın kumandana genelkurmaydan aldığı bir emri göndertip Selimiye Cami-i Şerifi’ne ve orada bulunan Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa kütüphanesine zarar verilmemesini tebliğ ettiriyor. Bir hattat bu ismi duyunca pür dikkat bu bizim meşhur Çelebi Mustafa Efendi değil mi diyebilir ki değildir. Bu zat 1807-1808’da Sadrazam olan Ç. M. Paşa’dır. Bu Boğdan Filov keşke 1929’dan sonraki yıllarda da Edirne’de olsaydı derim. Acaba siz ne dersiniz?

Bizde harf inkılabından sonra Edirneli hamiyet sahibi birçok insan korkularından ellerindeki yazma ve matbu dünya kadar kitabı getirip Selimiye Cami-i Şerifine bırakmış. Ama bunların bir çoğunun da yok olduğu bilgileri mevcut. Boğdan Filov hiç olmazsa 1929-1940 arası bizzat kendisi veya bir temsilcisi Edirne’de olsaydı bunların tamamını kurtarırdı. 1931’de Bulgarlara satılan arşiv belgeleri gibi. Kimse kusura bakmasın o belgeler bugün Bulgar arşivinde pırıl pırıl ve ter temiz duruyor. Şimdi lütfen sıkı durun ve sabredin. Ben iyi ki satılmış diyorum. 1931-1986 arasında İstanbul’da kalan belgelerden en az on katı depolarda çürüdü. Bendeniz 1990-1995 arası Hazine-i Evrak’ta bizzat çalıştım ve bu dehşeti gözlerimle gördüm. Hatta Sultanahmed deposunda harap halde bulunan Fatih devrine ait bir Mushaf-ı Şerif’in tamir edilip kurtarılmasına da vesile oldum.  Hazine-i evrakta (arşiv) 1986-90 arası çalışan arkadaşlar çok daha fecilerini gördüler ve yaşadılar. Bunu ispat için en az 400 tane de görgü şahidi vardır. O günlerde depolarda ağız burun kapatılmadan çalışılamıyordu.

Hazine-i Evrak (kâğıt hazinesi) DEVLET-İ ALİYYE-İ OSMANİYYE’de arşive verilen isimdi. Biz hayırlı torunlar (!) için ne garip ve manasız bir isim değil mi? Halbuki bizler hazine kelimesini duyunca altın, gümüş, döviz, tahvilden… Başkası aklımıza gelmiyor. Hurda kâğıttan da hazine mi olurmuş diyerek hayrette bile kalıyoruz.

Laf arşive gelmişken şu kısa notu eklemem farz-ı ayn oldu. İstanbul tarihinde ufak tefekler hariç iki korkunç sel felaketi vardır. Bunlar Aya Mama ve Kâğıthane selleri. Aya Mama Kaanûnî devrinde 19 Eylül 1563’te oluyor. Kaanûnî de o sırada o bölgede avlanıyormuş. Bu felaketten ancak Ataköy’de bulunan Defterdar İskender Çelebi’nin çiftliğine sığınarak kurtulabilmiş.

Tarihlerde hata olabilir ama 1811 ve 1830’da yaşanan sel felaketleri özellikle Beşiktaş ve Kâğıthâne’yi tamamen yok edecek seviyede büyüktür. Kâğıthane sel felaketi Eyyüb Sultan Cami-i Şerifi’ni bir metre gibi suyun altında bırakacak derecede şiddetlidir. Aya Mama 2009’da tekrar yaşandı ve neler olduğunu gördük ve yaşadık.

Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar / İbret alınsaydı hiç tekerrür mü ederdi?

Binlerce neûzü billah Kâğıthane deresi önümüzdeki yıllarda yine taşıp köpürecek olsa Hazine-i Evrakın ne olacağını sizin takdirinize ve vicdanınıza bırakıyorum.

Selimiye’ye dönecek olursak kısaca doğru-yanlış birçok şeyler söyleniyor. Onlara girmeyeceğim ama Osmanlı arşiv belgelerine gösterilen lâ-kayıtlığa temas etmeden de geçemeyeceğim. Müstakbel mimari tarihçileri bu sahada eser vermiş bir mimardan veya mimarlar ekibinden şanla şerefle (!) bahsedecekler. Bu grubun ortak eseri veya birisinin üç büyük eserini de şöyle sıralayacaklar:

  1. Osmanlı Hazine-i Evrakını netâmesiyle meşhur bir nehir yatağına gömdüler. Hem de arkasında kocaman bir dağ var iken ve evrak depoları da oraya yapabilecekken.
  2. 1400 senedir kimsenin düşünemediği, akıl erdiremediği bir buluşa imza atıp ezan okunmayan bir minare yaptı veya yaptılar. Nereye yaptı dersiniz? Cevabı beni aşar. Artık onu da sizin merakınıza havale ediyorum. Bunu kurbağalar duysa gülmekten çatlarlar.

Mimar veya mimarlarımızın en büyük üçüncü başarısı nedir? Diye sabırsızlandığınızı duyar gibi oluyorum. Selimiye Cami-i Şerifi‘nin tamiri konusunda eskisi olsun yok yenisi olsun… Şöyle olsun, böyle olsun tarzında uzayıp giden bu münakaşaları bitirmek için tek ve en sağlam çözüm; Selimiye’yi “kentsel dönüşüm” çerçevesinde yıkıp yeniden yapmak (!). Osmanlı Arşivini “bu gerçek bir hazinedir bunu kimse görmesin, bulamasın düşüncesiyle ve Haccac-ı Zalim’in mezarı gibi nehrin altına gömen bir kafa veya kafalar ve onu alkışlayan aklı-ı evveller Selimiye’yi de gökyüzüne pek a’lâ yapabilirler. Minare ile ezan bitti. Cami de gökyüzüne çıkınca direkt “camiye, cemaate gitmek” zahmeti de bitmiş olacak.

Daha önce Selimiye’yi işgal eden Haçlılar her halde değil muhakkak Selimiye’yi “yıkmaya bile değmez, çok basit bir yapı” olduğu için yıkmadılar. En iyisi biz yıkalım da Mimar Sinan’ın yed-i tûlâ sahibi torunları(!) olarak Sinan’ı kıskandıracak mimarların, hattatların, nakkaşların yolunu açalım. Şunu da unutmayalım k; bu yıkımdan dolayı Sinan’ın kemikleri de asla ve kat’â sızlamaz. Herkes bundan emin olsun. Niçin mi? Çünkü onun kabri 1930-35 tarihleri arasında Sinan’ın kafatası ölçümü yapılmak için mezarından alındı. Demek ki Sinan TÜRK (!) değilmiş. Türk olsa muhakkak yerine konurdu. Kemiklerinin nereye atıldığı da belli değil veya ben bilmiyorum.

Mevzuumuza dönecek olursak bendeniz kabaca 1980-2006 arasında hat sanatına büyük hizmetlerde bulunan ikisi merhum beş hattatı hep hayırla yâd ettim ve yaşadığım müddetçe de yâd etmeye devam edeceğim. Ben onlar kadar olamadım ama onlarla gurur duyuyorum. Bunlar; Ali Alparslan, Hasan Çelebi, Hüseyin Öksüz, Hüseyin Kutlu ve Fuat Başar. Bu zevat-ı kiram bu müddet içerisinde çok talebeye ders verdi ve çok değerli hattatlar yetiştirdiler. Yukarda bahsi geçen en az 25 altın kalem erbabı hattat kardeşimiz bunların eseridir. Hattat Hâmid Bey’den sonra hat sanatına en büyük hizmeti de yine bu zevât-ı muhterem yaptı.

Selimiye Cami-i Şerifi’nin hatları, yazıları meselesine gelince; Bu konuda Hüseyin Kutlu adı geçiyor ama maatteessüf “kutlu” bir şekilde geçmiyor. Hüseyin Kutlu beni tanır ama nasıl bilir bilmiyorum. Kötü bir adam olarak da biliyorsa darılmam, varsa hakkım helâl olsun.

Selimiye Cami-i Şerifi’nin yazıları için: “Ben yazacağım ve sadece ben yazmalıyım!” gibilerden bir anlayışa HAYIR! Böyle bir anlayış dün yoktu, bugün de yok yarın da olmayacak. Bir insan herhangi bir işte ne kadar büyük olursa olsun hedefi “defter-i a’mâli hoşça dürmek” olmalı. Burada madem hat ve hattatlıktan bahsediyoruz ve hepimiz şunu da çok iyi biliyoruz ki hiçbir hattat yazıyı “L e v h-i M a h f û z” dan meşk etmedi. Bir insan hayatın herhangi bir safhasında her meslek, her sanat ve her zenaatta büyük olabilir ama illa ki “sadece ben büyüğüm derse!” o zaman küçülür, küçülür ve yok olur gider. Mesela bir hattat bütün varlığıyla bir şeyi yazmak için her hazırlığı yapar, yapar ama merkezden ruhsat verilmemişse yazamaz ve “Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban!” sözünün derin manasında kaybolur gider. Eğer taştan, şâhideden nasibi varsa o zaman da mezar taşına bir “Hüve’l- baaki” yazılır o kadar.

Ehl-i irfan meclisinde arayıp kıldım talep

Her hüner makbuldür amma illa edep illa edep!

Selam ve dualarla fi emanillah…”

Hattat Talip Mert’in bu yazısı, Selimiye Camii özelinde aslında bütün tarihî eserlerimize yöneltilmiş bir çağrı niteliği taşıyor: Medeniyet mirasına vefa göstermek, geleceğe güvenle bakmanın ilk şartıdır. Restorasyon adı altında yapılacak her uygulamanın, ihyadan ziyade imhaya dönüşmemesi için dikkat, feraset ve ehliyet zaruridir. Selimiye, yalnızca Mimar Sinan’ın eseri değil, aynı zamanda milletimizin ortak vicdanıdır. Bu vicdanın zedelenmemesi için söz, kalem ve dua ile sahip çıkmak hepimizin ortak vazifesidir.

Fotoğraflar: Hattat Dr. Necmi Atik

İTTİFAK GAZETESİ HABER MERKEZİ-ÖZEL