27 Mayıs’ı 28 Mayıs’ta bitirmek bizim elimizde

Abone Ol

Selam ile

Biraz ıstıraplı da olsa başlangıçlar güzeldir. Bundan sonra Allah’ın vereceği nasip, kuvvet ve kudret nispetinde İttifak gazetesinde tarihin bilinmeyen koridorlarında dolaşacak, zaman zaman üzülecek, zaman zaman şaşıracak ve hayret edeceğiz. Zira biliyoruz ki hayret duygusu düşünmenin olmazsa olmaz şartıdır.

Tarihin yeterince ilgi çekmemesi, bilinmemesi ve okunmamasının baş sebebi, hayretten dillerin tutulmasına sebebiyet verecek nice olayın sıradan vakalarmış gibi anlatılmış olmasıdır. Burada sıradanlık perdesini yıkmaya ve ardından görüneceklere sizlerle birlikte hayretler içerisinde bakmaya niyetliyiz. Siz de aynı niyetteyseniz buyurun efendim.

Darbelerin anası

Cumhuriyete kadarki dönemde bir dizi darbeyle karşılaşırız. Kuleli Vak’ası, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilip katledilmesi, 31 Mart Vak’ası bahane edilerek Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesi, Enver Paşa’nın Babıâli Baskını vs. Cumhuriyet dönemindeki Takrir-i Sükûn Kanunu bu defa iktidarın silahsız darbesi olarak değerlendirilebilir. Kanunla basın ve muhalefet susturulmuş, İstiklal Mahkemeleri kurulup onlarca idam cezası verilmiş, ana muhalefet partisi bakanlar kurulu kararıyla kapatılmış, Türkiye bir mezar sessizliğine büründürülmüştür. O mezardan uyanış 20 yıl sonra ABD’nin zoruyla gerçekleşecektir. 

1945-50 dönemeci sancılı olmakla birlikte neticede sivil bir dönüşümle sonuçlandı ve 10 yıllık Demokrat Parti iktidarında ülke kabuk değiştirmeye başladı. Bu “Büyük Dönüşüm”ün Sultan Abdülhamid’in idareyi bırakmasının üzerinden yaklaşık yarım asır geçtikten sonra kanlı bir askerî darbeyle sonuçlanması ise demokratik hayatımızın en vahim hadiselerindendir.

27 Mayıs darbesinin kendisi yeterince büyük bir facia iken, iyi kötü oturmaya başlamış sivil-asker ilişkisinde taşları yerinden oynatmış olması daha feci sonuçlara mal olmuştur. Diyebiliriz ki, 27 Mayıs’ta yerinden oynayan taşlar 15 Temmuz 2016 darbe girişimine kadar sürecek kronik hastalığın mikroplarını bünyemize zerk etmiştir ve bu mikropları temizlemek bir başka yarım asrımızı almıştır.

Başlangıçta “Beyaz Devrim” diye yutturulmaya kalkılan 27 Mayıs kızıl darbesinin kendisi kadar sonuçları da aynı derecede yıkıcıydı. Bir seçim arifesine denk düşen bu 63. yıldönümünde 27 Mayıs darbesi ve sonuçlarını ne kadar konuşursak azdır.

Darbeler kaça mal oldu?

27 Mayıs hakkında yazılmadık ne kalmıştır? Özellikle son 40 yılda nice hatırat neşredildi, akademik çalışmalar kervana katıldı ve TBMM Yassıada kararlarını “keen lem yekûn” addetti, yani kaldırdı. Yassıada bile Demokrasi ve Özgürlükler Adası olarak yeniden düzenlendi. Bunlar az şey midir?

Bir açıdan doğru ama bu kızıl darbenin hakiki bilançosu henüz çıkarılabilmiş değildir.

Mesela mı? Gazetelerde darbeden 5 ay önce Bayındırlık Bakanı Tevfik İleri’nin elinde cetvelle bir maket üzerinde gazetecilere beyanat verdiğini görürüz. Neyin maketiydi bu biliyor musunuz? Boğaziçi veya yeni adıyla 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’nün. İhaleye çıkıldı, Haziran ayında temeli atılacak diyordu bakan. Yani darbe yapılmamış olsa 1 ay sonra Boğaz Köprüsü’nün temeli atılacak ve Cumhuriyetin 40. yıldönümü olan 29 Ekim 1963 günü hizmete açılacaktı.

Tabii darbe yapılınca bütün planlar gibi temel atma planı da iptal edildi ve köprünün açılışı 1973 yılındaki 50. yıldönümüne kaldı. Basit bir hesapla köprünün yapımı 10 yıl geciktiyse Türkiye de 10 yıl rötar yapmış demektir. Bu hesapça her darbe bize 10 yıl kaybettirdiyse 1960, 1971, 1980, 1997 darbelerinin toplamında 40 altın yıl kaybetmişiz demektir ki bu, 40 yıl önce bugünkü gelişmişlik seviyemize ulaşacağımızdan başka bir anlama gelmez.

Fısıltı gazetesi veya twitter

Twitter ve diğer sosyal ağlar doğru bilgileri olduğu kadar yalanlarını da taşımaya teşne. Nur da akıyor oluğundan, kir de. Akanların kahir ekseriyeti kir ve kirli lakin. Kötülükler fısır fısır yayılıyor ve malum kesim tarafından yalan olduğu biline biline paylaşmaktan sakınılmıyor.

27 Mayıs’tan önce de zamanın deyişiyle bu “fısıltı gazetesi” çalıştırılmış ve Demokrat Parti’nin köşeye sıkıştırılıp darbenin hazırlanmasında silah olarak kullanılmıştı.

27 Mayısçılardan Binbaşı Avni Elevli’nin yazdığı 1960 tarihli Hürriyet İçin adlı kitapta “fısıltı gazetesi”nin itiraf edildiği bir paragrafa rastladım. Şöyle yazıyor (s. 23):

“Zavallı Adnan Menderes diktatörlüğe ait her şeyi öğrenmişti, ama sinsi propagandanın ne ve nasıl bir kuvvet olduğunu bilmiyordu. (…) Propaganda faaliyetlerinin en büyük unsuru, en kuvvetli vasıtası fısıltı ile yapılan, kulaktan kulağa ulaşan sinsi propaganda idi. Sabıkların (DPlilerin -MA) hunharca faaliyetleri aleni olsa, yayınlanmasına müsaade edilseydi bu kadar taraftar belki bulamazdı. Zira fısıltı ile yapılan propagandanın yıkamayacağı hiç bir inanış, düşünüş olmadığı gibi aşamayacağı hiç bir engel de yoktur. Çünkü onda gizlilik ve bundan doğan bir cazibe vardır.”

Fısıltı gazetesinin nasıl çalıştığını günümüzde göz göre göre söylenilen yalanların ne kadar çürütürseniz çürütün arsızca tekrarlanmasında aynen görmek mümkün. Bu yıkıcı ve sinsi propagandanın Ermeni ve Nazi propaganda makinalarıyla alakasına işaret etmekle yetinelim şimdilik. Zira Göbbels 1939 Nisanında CHP’nin özel davetlisi olarak Türkiye’ye gelip birkaç gününü onlarla boşuna geçirmemişti. Ne de olsa “Bir yalanı yeterince uzun süre, yeterince gürültülü, yeterince sık söylerseniz insanlar inanacaktır” taktiğini ondan almışlardı ve 27 Mayıs öncesinde bu taktiği pekala başarıyla icra ettiler.

Nitekim Menderes darbeden 12 gün önce 200 bin taraftarın toplandığı İzmir’deki mitingde “kulak gazetesi, fısıltı gazetesi, gizli beyannameler her gün, her an halk arasında yayılan korkunç bir zihniyetle uydurulmuş şayialardan, ömrü 24 saat bile olmayan yalanlardan ibaret” diye ifşa ettiği zamanın twitter’ının ne yalanlar yaydığını şöyle açıklamıştı:

“Tanınmış kişilerden falan filan ölmüş, şunlar kayıp imiş, İstanbul bir baştan öbür başa ihtilal havası yaşıyormuş. Ankara topraklarında kan gövdeyi götürüyormuş. Başvekil istifa etmiş, yüzlerce ölü varmış, yüzlerce talebenin cesetleri meydanlardan kaldırılmış. İhtilal hareketleri memleketin şu, bu bölgelerini sarmış, nihayet ihtilal olmuş, Halk Partisi de iktidara geliyormuş. Bütün bu korkunç ve şeni yalanları sabah akşam kulaklarınıza fısıldadılar. Bu yalanlarla sizleri heyecanlandırıp herhangi bir taşkınlığa sevk etmek için elden gelen menhus gayretlerin hiçbirini esirgemediler.”

Fısıltı gazetesi darbenin alt yapısını oluşturmakta işe yaramış, DP iktidarı onunla başa çıkamamıştı.

Neyse ki artık bir direnç noktası oluştu: her yalanın cevabını anında kızarmaz yüzlerine çarpacak organlar ve kalemler mevcut. Bu da tarihten ders aldığımızı ve irademizi acıların örsünde bilediğimizi gösteren umut verici bir gelişme olarak kaydedilmeli.

27 Mayıs’ta ne oldu?

14 Mayıs 1950 günü Türkiye’de ilk defa halkın oylarıyla bir iktidar devriliyor ve yerine yüzde 53’lük oy oranıyla DP geçiyordu. Başka deyişle Cumhuriyet ilk defa cumhuruyla buluşuyor ve Atsız’ın deyişiyle Türkiye Cumhuriyeti hakiki manada 14 Mayıs’ta kuruluyordu.

1950-60 arasında yollar ve köprüler açıldı, su ve elektrik hatları yaygınlaştırıldı, barajlar inşa edildi, fabrikalar kuruldu, çimento üretimi 396 bin tondan 2 milyon 37 bin 794 tona çıktı. Tek Parti dönemiyle özdeşleşen yol vergisi ve tahsildar ve jandarma zulmünden kan ağlayan köylünün cebine para girdi ilk defa. Fırat üzerine yaptırılan Birecik Köprüsü sayesinde Güneydoğu Anadolu bölgesi Türkiye’nin kalan parçasıyla ekonomik ve sosyal bakımdan bütünleşti.

Bütün bu gelişmeler istatistiklere varıncaya kadar sergilenebilir ama DP döneminin ülkemize en değerli katkısını rahmetli annem fısıldamıştı kulağıma: “Neden bu kadar seviyorsun Menderes’i?” diye sorduğumda boynunu bükmüş ve dünya gözüyle sadece bir defa gördüğü Başvekil için “Çok güler yüzlüydü evladım!” demişti. Düşünün, halk ilk defa güler yüzlü bir devlet adamını Menderes’te görüyor ve onu evladı, kardeşi, babası gibi bağrına basıyordu. Nitekim elleri kelepçeli başvekil, Yassıada yolundaki askeri uçakta yedek subay Osman Çetin’e “Bizim suçumuz millete insan olduğunu hatırlatmaktı” diyecekti.

Ve 28 Mayıs

27 Mayıs darbesi Türk milletine insan olduğunu hatırlatan bu birilerine tehlikeli görünen derin hattı tahrip etti işte. Devletin abus maskesi takıldı yeniden. Halk ise Menderes’in tebessümüne en yakın bulduğu Süleyman Demirel’le cevap verdi bu salvoya.

12 Mart muhtırası bir kez daha asık suratla çıktı milletin karşısına. O da Milliyetçi Cephe ve Kıbrıs çıkarmasıyla parlayan Ecevit-Erbakan yıldızlarıyla cevap verdi.

12 Eylül’de bir darbe daha indirildi, ABD destekli ordu olanca hışmıyla çöktü milletin üzerine. Halkın buna cevabı Turgut Özal’ın güler yüzü oldu.

28 Şubat postmodern darbesiyle şehit analarının başörtüsüyle uğraşan abus çehre maskeyi yeniden taktı ama ona da Erdoğan ile cevap vermekte gecikmedi halk.

17-25 Aralık ve 15 Temmuz darbe girişimlerini bertaraf eden Erdoğan’ı bu defa ABD’den PKK’ya, CHP’den masadaşlarına kadar elbirliğiyle devirmek üzere giriştikleri operasyonun son kritik günündeyiz. Milletin tavrını yine Erdoğan’dan yana koyacağına inanıyoruz. 

Büyük Türkiye Rüyası’nın gerçeğe dönüşmesine yönelik bu sancılı sürecin başında darağacına çekilen bir Başbakanın mübarek adımları bulunduğunu; Vecihi Hürkuş’a kendi yaptığı uçakla uçtuğu için hapis cezası veren hizmet düşmanı tavır ile Kızılelma’yı yaptıran millî tavır arasındaki; milletin ezanından rahatsız olanlar ile onu minarelere tekrar bağışlayan, Ayasofya’yı kapatan zihniyet ile ihya eden zihniyet arasındaki bir tercih olduğunu bilmezsek sahneyi boş gözlerle izlemişiz demektir.

Velhasıl 27 Mayıs’ı 28 Mayıs’ta bitirmek bizim elimizde.