Malum olduğu üzere insan eşref-i mahlû kattır. Hayat avunmak ve teselli bulmaktır. Canlı avunan ve teselli bulandır. İnsan avunan ve teselli bulandır;

Teselli mekânı, içinde yaşadığımız ve faniliğini bir türlü idrak edemediğimiz dünyadır. Dünya ise yeme, içme, mal biriktirip toplama, yığma yeridir. Bir hadisi şerifte 'Ed`dünya cî fetün tâlibühâ kilâbün/Dünya bir leştir, onun taliplileri köpeklerdir' buyruluyor.

 kil insanın tesellisi dünya ile olamaz, ahret iklimiyle, ukba ile olur. Tesellisi dünya ile olan, her iş ve fiilinde dünya ile canlı olan, 'bel hüm edall'dir onun vatanı, 'esfel-i safilî n'dir, rütbesi hayvan bile değildir.

Dünya teselli mekânı; Hayatın gerçek ve hakiki, öteki manası eşref-i mahlû kat olma, yani insan olma davası... Hayat, bütün bu avunma ve teselli yönleri ile insan için bir imtihan; Bu imtihanda insanın bütün âlemlere rüştünü ispatlamak zorunda olduğu vazife, görev, kutlu dava, insan olma davası... Evet, bizim, benim, senin, onun ve herkesin davasının, insan olma davası olması gerekir.

Dava, Hazret-i İnsan olma meselesi

Vazife, Cenab-ı Allah`ın teklif ettiği, yeryüzündeki o halifenin ismi olan insan olma davası...

Dava, Hazret-i İnsan olma meselesi. Elest bezmi`ne gidin bir an! Gözlerinizi yumunuz, derin bir tefekküre dalınız. Niçin yaratıldığınızı, var edildiğinizi, dünyaya gönderilişinizin amacını düşünün. Hafızanızda Ahzâp Sû resi`nin 72`inci ayet-i celilesini canlandırın. Dâvû dî sesli bir kârî diliyle değil, haşyetullahtan yufka gibi incelmiş gönlüyse okusun; 'Muhakkak ki biz emâneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de (onlar) onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular insan ise onu yükleniverdi. Doğrusu o çok zâlim, çok câhildir.'

Dağların dahi üstlenmekten imtina ettiği bu vazifeyi, bütün isyan ve cahilliğine rağmen kabul eden insan;

Cenab-ı Allah`ın bütün âlemlere vekili olarak, halifesi olarak, hükümdarı olarak tayin ettiği ve atadığı insan;

Eşyanın, canlı, cansız, hayvanat nebatat, her şeyin ona faydalı kılınmak üzere boyun eğdirildiği insan;

İmtihan dünyasındaki insan her an sınanıyor. İnsan, esfel-i safilin ile eşref-i mahlû kat arasındaki o kader çizgisinde verdiği söz ile sınanıyor; Cüz-i iradesi ile ya insan olacak, ya da başka bir şey; Ya insan olacak, ya soytarı!

Şems Sû resi, insanın nefsinin fücuratları, kötülükleri ile ondan sakınmanın yolunu gösteriyor. İnsan, ruhun faziletleri ile nefsin bitip tükenmek nedir bilmeyen arzuları arasında tercihte bulunacak; Sınanacak; Bu yönüyle hayat, bu yönüyle dünya, imtihan meydanı; Bu yönüyle hayata atılmak yani imtihana atılmak;

Meslek kutludur. İnsan mesleğinin adamı olmalıdır

Hayata atılan insanın 'zaten hayatın içinde değil miydik?' diyebilir. Eyvallah! Evet, insan bizatihi hayatın içindedir. Maalesef birçoğumuz üniversite mezuniyetinin ardından hayatın bir başka boyutuna 'meslek hayatı'na adım attığında mesleğin kudsiyetini idrak edemiyor. Oysa meslek kutludur ve insan mesleğinin adamı olmalıdır. Meslek ayakların altına alınarak yükselmeye yarayan bir platform asla değildir. Meslek omuzların üzerinde itina ile taşınması gerek ulvî bir değerdir.

Mesleğe atılan insan inceler, tasarlar, keşfeder, üretir, pazarlar, satar, alır ve dahi tüketir. Hâsılı, mesleğini icra ederken, varoluşun şartlarını değiştirip dönüştürür. Ve bu değiştirip dönüştürme işinden hesaba çekileceğinin farkındadır.

Unutulmamalıdır ki insan mesleğini, sanatını, zanaatını, işini ne kadar insanca yaptığından, 'ahd-i atik'de vermiş olduğu söze ne kadar sadık kalarak gerçekleştirdiğinden yani ne kadar insanca, insanın haysiyet ve şerefine-eşref-i mahlû kat- olabilme davasına uygun olarak yaptığından hesaba çekilecektir.

İnsan meslek adamıdır

İnsan meslek adamıdır ve her meslek adamı varoluşun şartlarını mesleğiniz icra ederek değiştirip dönüştürürken ne kadar insan kalabildiğinden hesaba çekilecektir.

Mevcudat, varlık ve eşya olarak bu dönüşümün konusu olan her şey, mesleğinin adamı olan insandan ya razı olacaktır ya da davacı;

Bu yönüyle bir meslek sahibi olmak, sıradan, sadece iaşe, ibate ve rızık elde etmek maksadıyla yapılan bir iş değildir.

Hele, hele nefsin aşırı istek ve arzularına göre, para, pul, makam, mevki, koltuk ve kariyer elde etmek için yapılacak bir iş, hiçdeğildir!

Meslek sahibi olmak, varoluşun şartlarını, verilen söz gereği insanca değiştirip dönüştürmeyi sağlayacak, sonuçlarının bütün varlık aleminin rızasına ve şehadetine tabii kılındığı kutlu bir iş, eyleyiştir.

İnsan, yeryüzünde şenlendirmeyle mükellef olan insan mesleğini en mükemmel bir biçim ve muhteva ile icra etmelidir. İnsan, mesleğini en mükemmel teknik bilgi ile &ndash zanaat ile- yani en güzel bir estetik duyuş ile &ndash sanat ile- yani ve tefekkürle ve ahlâkla, marifetle yani işini, mesleğini bütün bu yönleri ile en iyi, en güzel ve en doğru bir biçimde, ahlâkla kuşatarak icra etmelidir.

Meslek sahibi olmak, meslek bilincine sahip olarak anlam kazanır. Meslek bilinci ontolojik var olma sebebi ile illiyetin ferden ferda idraklere yerleşmesi ile içselleşir. Arz ettiğimiz bilince sahip olan insan, meslek adamıdır, mesleğinin adamıdır. Yani hayat adamıdır. Hayatın güçlüklerine ve imtihanlarına karşı tecrübe sahibi insandır, yani insan, Hazret-i İnsan`dır.

İnsan hemen her şey ile imtihan edilmekte;

İmtihan çok. Dünya imtihan dünyası. Dünya ahretin tarlası... İnsan hemen her şey ile imtihan edilmekte;

İnsan an be an doğru ve yanlış ile imtihan edilmekte. Mesleğinin adamı, her şart altında doğruyu ve hakikati söyler.

Meslek adamı emanete sadakat ile, sıdk ile imtihan edilmekte; İnsan, emindir, emin olmalıdır. İnsan canı pahasına, kendine emanet edilen her şeyi ve dahi bizatihi emanet olan zamanı, görevleri ve insanlık faziletlerini koruyup kollamakla mükelleftir.

İnsan âtâlet ile, tembellik ile imtihan edilmekte; Şüphesiz ki insan için ancak çalıştığı, kazandığı, elinin emeği vardır. Ve dahi Allah, kendi sevgisini kazanmak için çalışıp kazananı sever.

Meslek adamı yoldadır

Meslek adamı yoldadır ve yolda gurur ve kibir ile, enaniyet ile imtihan edilir. İnsan mütevazı olmalıdır. Şüphesiz insanın başı ne göklere erebilir ve ne de ayağı yerleri delebilir;

Mesleğinin adamı çevresindekileri -makam ve rütbesi her ne olursa olsun- kendine eşit olarak görür ve güçsüzleri ezmez. Bilakis, güçsüzleri, hayata tutunamayanları korur, fakirlikten toprağa düşenlere ve kimsesizlere kimse` olur.

Mesleğinin adamı kanaatkâr olup kıskançlık ve haset gibi hastalıklara kapılmaktan korkar.

Nefsini bilen Rabbini bilir

İnsan nefsini bilir, şüphesiz 'Nefsini bilen Rabbini bilir.' İnsan enfû sî âlemiyle barışık olmalıdır. Ancak böyleleri Allah`ın izni ile içdünyalarında yakaladıkları sulh durumunu bütün eşyaya ve âlemlere yayabilir.

Meslek adamı başkalarının başarıları ile imtihan edilirken onları takdir eder, payı olmadığı muvaffakiyetlerden hisse talebinde bulunmaz. Başarıları kıskanmaz. Çevresinde cereyan eden başarısızlıklara asla sevinmez.

Cimrilikle imtihan edilen meslek adamı cömert olur. Akil insan Allah`ın kendisine verdiklerinden ihtiyaçsahiplerine vermesi gerektiğinin vazifesi olduğunu idrak eder.

Mesleğinin adama Bahaeddin Karakoç`un 'Dost yoluna bütün varımız sebil/Verdikçe dolar bizim boş testilerimiz/Duru sabah pınarımda kuş uyanışlı/Ve sevda bakışlı halimizi bilenler bilir/Havuzlara sığmaz dağıtımız iksir' mısralarını dilinden düşürmez.

Öfke ve nefret ile imtihan edilen mesleğinin adamı bağışlayıcı ve affedici olmalıdır.

Korku ve korkutma ile imtihan edilen meslek adamı cesur olur, gerekli riskleri almaktan çekinmez ve verdiği söz ve taahhütleri mutlaka yerine getirir.

Ey insan, sen eşref-i mahlû katsın!

İnsan, zaaflarıyla zayıflığıyla imtihan edileceğini de bilir. Ey insan, sen eşref-i mahlû katsın! Â lemlerin sahibinin mutlak vekilisin. Halifesin. Vakar sahibi olmalısın.

İnsan tefrika, ayrılık ile de imtihan edileceğini bilir. Her durumda birlik ve beraberliği temin etmeye çalışır. Cenab-ı Allah insanları birçok farklı milletten yarattı ve onlara 'Tanışın ve sulh içinde yaşayın' buyurdu; Birlik ve beraberlik içinde yaşamak ibadettir; Çokluk halinde iken birlikte yaşamak, çokluktan birliğe, bire varmak tevhittir, yani duadır, yani hep beraber zikretmektir.

İnsana kul olmakla, kölelikle imtihan edilir. Mesleğinin adamı her şartta hürriyet ve özgürlük uğruna mücadele eder. İnsan özgür olduğu zaman Allah`a kulluğunu sunar, yani hakiki manadaki insan olur;

İnsan, 'Bana dokunmayan yılan bin yaşasın' ile imtihan edilir. İnsan, kendi hakkın dâhil mükellefiyeti dâhilindeki başkalarının hakkını insan dâhil canlı cansız her şeyin hakkını, hülâsa, insanlık faziletlerinin bekâsını müdafaa eder.

Hülâsa, insan, insan kalmakla imtihan edilir

Hülâsa, insan, insan kalmakla imtihan edilir. İnsanın insan kalma davasında en büyük yardımcısı hiçkuşkusuz Allah`tır; İnsan, bu mücadelede O`nun rahmetini celbetmenin yegâne yolunun her şey için iyi bir şeyler yapmaktan, vermekten, vakfetmekten geçtiğini bilir.

Ve dahi mesleğinin adamı mükelleftir, borçludur. Mesleğinin adamının bilançosu alacak yazmaz, borçyazar.

`height=

Yukarıda arz ettiğimiz meslek irfanı ve insanlık şuuru umdelerini kendilerine dert edinen bir avuçâkil insan 1995 yılında mükellefiyetlerinin gereğini yerine getirmek, borçluluklarını unutanlara sorumluluklarını hatırlatmak için Ekotek Vakfı`nı 2012 yılında ise Hamilik Okulu Vakfı`nı kurarak 'insan'a ve 'ihsan'a dair bir şeyler yapmaya karar verdiler. Ve böylelikle bazı insanların hayatlarının kurtarılması için bir nevi halat vazifesini üstlendiler.

Aşağıda okuyacağınız hikâye, daha doğrusu vakıa kendilerini insan olma ve insan kalma davasına, hamiliğe adayan Barbaros Ceylan`ın ve arkadaşlarının İnsanlar ve Soytarılar serlevhalı tiyatro oyunu vesilesiyle gönüllerinin dil olup konuşmaya başladığı yıllardaki ilk mücadelelerini tek tel` üzerinden anlatmaktadır. Oyunun ismi iki kelimeden, iki önemli terkip ve asliyet şuurundan müteşekkil: İnsanlar ve Soytarılar. 'İnsanlar', eşref-i mahlû kât zümresindeki âdemoğlunu soytarılar ise 'esfel-i sâfilî n'deki gafilleri temsil ediyor. Ne mutlu insan olabilene; Ve yine ne mutlu insan kalabilene;

Tarihe düşülen kısa not yahut Barbaros Ceylan`ın tek tel`den başlayan müzikal tiyatro serüveni;

Barbaros Ceylan: '1980`li yıllarda sahnelenen 'İnsanlar ve Soytarılar' isimli tiyatro oyununun hikâyesi bugüne kadar çok yazılıp çizildi. O yıllarda, oyunun kendisi kadar müzikleri de çok konuşuldu. Öyle ki, kıymetli İbrahim Sadri`nin yazdığı ve kıymetli Ulvi Alacakaptan ağabeyimizin yönettiği oyunun müzikleri, bilahare 'bant tiyatrosu' olarak isimlendirilecek olan çalışmaların da adeta ilham kaynağı olmuştu.

`height=
Barbaros Ceylan, İbrahim Ethem Gören

Müzikle 'amatörlük'ün ötesinde ilgilenmeyen benim gibi bir adamın, bir döneme damgasını vuracak olan böyle bir theatral etkinliğe iştirak etme sebebi ise, en fazla, aynı düşünce ve hissiyattaki dostlarımızla müşterek bir iş yapabilmenin ortak derdi ve heyecanıydı.

Nitekim öyle de oldu! O ilk gün, yani tiyatro diliyle prömiyer günü`, benim dert ortağı arkadaşım bağlamam, bana bu heyecanı fazlasıyla yaşattı;

Aslında biz onunla o tarih itibariyle, neredeyse 15 yıllık arkadaştık. Bu zaman zarfında dertlerimi dinlemiş, benimle kederlenmiş, sevinçlerime ortak olmuş ve benimle birlikte coşmuştu. Ne zaman istersem, ancak vefâkar bir dostun yapabildiği gibi, sorgusuz ve sualsiz, kendisini benim ellerime teslim ediyor ve benden duyduklarıyla kâh beni teselli ediyor, kâh benimle birlikte seviniyordu. O düpedüz benimle konuşuyordu;

Çalışmaya başladığımız ilk aylarda, tasavvur ettiğim müzikleri besteleyebilmek (ve daha da önemlisi icra edebilmek) için, ona yeni bir 'ayar' vermenin gerekli olduğuna kanaat getirmiştim. Zira kafamdaki müzikler, müzikli bir tiyatro oyununun tabi gereği olarak, daha ziyade koro ile icra edilecekti, solo parçalar ise, zaten yok denilecek kadar azdı. Bu da, tellerde 'akor' basmayı gerekli hale getiriyordu. Nihayet en alttaki çift tellerden birini çıkartmaya karar verdim. Çıkarttım da;

Böylece bağlamam ile daha rahat akor basabiliyor ve 'koro' için yapmış olduğum bestelere, bana göre daha farklı bir melodik derinlik kazandırabiliyordum.  Her nekadar bağlamam saz ile gitar arasında tarifi olmayan bir 'kimlik' problemi (belki de bunalımı) yaşıyor olsa dahi (benim zavallı vefâkâr dostum!), böylece ben kendime oldukça rahat bir konfor alanı sağlayabilmiştim. Hoş, eğer gitar çalabiliyor olsaydım ya da o günün koşullarında 'söz'ü müzikle anlatabilen ve yetkinliği benden çok daha iyi olan müzisyenler bu etkinliğin içinde yer alabilmiş olsalardı, zaten  'beste yapmak' ve 'icra' gibi hiçde işim olmayan bu alana bulaşmaz ve bağlamama da bu eziyeti reva görmezdim; Ben eni konu, talebelik zamanlarında eş, dost ve akraba için çalıp söyleyen bir amatördüm.

Velhasıl, zamanla parçalar ortaya çıkıyor, icracı arkadaşların (ve özellikle de kıymetli Ulvi Ağabey`in) takdirlerini kazanıyor ve açıkçası kıymetli dostuma çektiğim bu 'ayar' (ve çektirdiğim ızdırap!) ile ne kadar da isabetli bir iş yapmış olmanın haklı gururunu ve keyfini yaşıyordum. Dile kolay, vefâkâr dostum bu tek teli ile, adeta  tek başına bir kahramanlık hikâyesi yazıyordu.

Gerçekten de, o tek tel, hepimiz için, bizim için, bütün ekip için ve özellikle de benim için çok önemliydi.

Bütün birincil melodi bu tek telin üzerinde dolaşan parmaklarımdan akıyor ve benden daha fazla  sahne ve tiyatro tecrübesi olmayan  arkadaşlarım   oyun için bestelenen parçalara, doğru yerden ve notalardan, detone olmadan,   ancak bu tek telin perdelerinden girebiliyorlardı; Bu tek tel bizim için adeta 'hayat'tı; Ve aynı zamanda da, oyunun sahnelerini birbirine bağlayan ve bütün oyunun adeta kendisine yüklendiği çelik bir 'halat'tı; Bazı insanların hayatlarının, diğer bazıları için çelikten bir 'halat' olduğunu, o  yıllarda henüz bilmiyordum selâm olsun  onlara, o yiğit insanlara; Belli ki bağlamam, bu vefâkâr dost, tek tel analojisi üzerinden bana bir şeyler anlatmak istiyor,   bir hayat dersi veriyordu.

Ve nihayet o ilk gün geldi. İlk gün, 10 Mayıs 1985   Cuma, saat 21; Prömiyer günü yani; Öyle ki, Ulvi Ağabey ve İbrahim Sadri dışında içimizde profesyonel sanatçının olmadığı ve   sadece 3 oyun oynamak üzere hazırlanmış ve geneli 'amatörce' bu işe soyunmuş topluluğunun, o ilk günü; Aramızda mesleğe atılmak üzere olan, gençdoktor, mühendis, avukat ve yönetici adayları vardı.

Ve sahne arkasında, kıymetli Ulvi Ağabey`den tiyatro ve sanat ile ilgili olarak biz gençlere bütün çalışmalar boyunca aktarılan ve o günlerde belki çok da farkında olamadığımız kıymetli tecrübelerin ve nasihatlerin son inci taneleri; Meslek ve sanatın, 'varoluş' ile olan 'kutlu' ilişkisini, ilk sezmeye başladığımız anlar yani;

Ve son bir saat; Salonun dolu olduğunu perde arkasından işitebilmekteyiz. İlgi, kelimenin tam manasıyla müthiş.  Hiçbirimiz bunu beklemiyorduk, beklemiyoruz; Karanlık bir uğultu; Biraz ürkütücü, yan gözlerle perde arasından baktığımızda, kıpır kıpır hareket eden karanlık bir dev gibi; Ve heyecan; hepimizin, ekibin heyecanı dorukta; Birçoğumuz için ilk defa sahneye ve böyle bir seyirci karşısına çıkıyor olmanın verdiği heyecan; Ve bağlamayı belki de bu camia da ilk defa böyle bir amaçiçin kullanıyor olmamızın ben dahil ekipte yarattığı o içimizi buran tedirginlik;

Ve son 1 saat; Ve 'tel' koptu;

Ve son 1 saat; Ve 'tel' koptu; Aman Yarabbi! Bendeki ilk yansıması sanki sahne gerisindeki ışıklar söndü, geri plan karardı, sahne çöktü   ve 'dünya' durdu;

Bütün oyunu adeta sırtlayarak yüklenen kahraman bağlamamın, o biricik ve vazgeçilemez kahraman 'tel'i,   akord yaparken kopmuştu; 'Tel'i kaybetmiştik, 'tel' mevta olmuştu!

Panik! Tarifi yok, çünkü yanımda yedeği yok; Bağlamanın orta tellerinden ekibi yeniden hazırlamak için ise, vakit çok geç, adeta imkânsız;

Korkunun bini bin para artık; Müzikleri icra edememek , doğru notalardan çalıp şarkıya girememek, ekibin detone olması, rezil olmak, aylardır hazırlanılan bir işin benim ihmalkârlığım (ve tedbirsizliğim) yüzünden akâmete uğraması, üstelik de tek 'tel' gibi böylesine basit ve bir o kadar da anlamsız bir 'şey' yüzünden; artık ne ararsan var bende; İyi bir şeyler düşünemiyorum, zira şairin dediği gibi, korku ve endişeyle, her şeyim (aşklarım ve inançlarım) işgal altında; Hemen bir taksiye atlayıp Laleli`ye gitsem diyorum, 'trafik ve akşam saatlerinde açık dükkan var mı' endişesiyle olduğum yerde çakılıp kalıyorum ; Donup kalmış durumdayım ve kimseye de bir şey diyemiyorum.

Herhalde doktorluk mesleğini seçen insanların 'soğukkanlılık' denilen fıtrattan nasipleri bol olsa gerek ki, kıymetli Süleyman Portakal   (oyunda Afganlı bir mücahidi oynayan arkadaşımız), muhtemelen 'sararmış  yüzümü' ve halimi görüp yanıma geldi. Durumu ve çaresizliğimi anlattım. Önce beni sakinleştirdi, o gün Süleyman, tevekkül abidesi haliyle bana çok kıymetli bir ders verdi.   Derhal bir taksi ayarlandı ve Laleli`deki müzik aletleri satan dükkânlardan birine varmak sadece 15 dakikamızı aldı. Tek teli taktırdık, her ihtimale karşı yedeklerini de aldık. Tiyatro salonuna döndüğümüzde sahne almaya sadece 15 dakikamız kalmıştı;

`height=

Ve sahne;

Türkiye, bu gençve idealist oyuncuları, 'Çağrı' sahnesin , arka planda hiçbir 'cemaat ve hizip' kaygısı ve endişesi olmaksızın, Anadolu ve büyük kentlerinde koskocaman yüreği ile sardı ve sarmaladı. Oyunu seyreden insanlar, bu cesur gençleri kendi evlerinde misafir  ettiler.

Yıllar sonra bile bulunduğum bazı meclislerde, ilk defa tanıştığımı sandığım insanlar arasında, diğerlerinden farklı, bana gülümseyen yüzler görürüm. Onlardan bazıları yanıma gelip, o tiyatro zamanlarından bizlerle paylaştıkları dostlukları hatırlatırlar.

Hatırlayamadıklarım ya da geçhatırladıklarım no`lur beni affetsin, haklarını helâl etsinler. Onlara şükran borçluyuz çünkü o yiğit insanlar,   bizlere, 'insan'a inanmayı ve güvenmeyi öğrettiler. O gençyaşlarımızda, bize en büyük nasihati verdiler. Ne zaman böyle bir yiğit insanla karşılaşsam, ben o gün bir kere daha anlarım: Sadece kahraman bir tek tel aşk, muhabbet ve sevgi`yle, birlik ve beraberlikle tınlayan tek bir tel insanların yüreğini 'kardeşlik'le titretmek için yeter!