1700` lü yıllardan itibaren bütün dünyayı etkileyen sanayi devrimi her alanda olduğu gibi eğitim alanında, eğitim yönetimi alanında da kendisini hissettirmiştir. İnsanı bir makine, eğitim örgütlerini de fabrika olarak gören pozitivist/akılcı dünya görüşüne hayır demenin zamanı gelmiştir.

Eğitim örgütlerinin bir fabrika gibi görülmesi ve fabrika gibi yönetilmesi benim asla kabullenemediğim bir yaklaşımdır. İnsan onuruna ve eğitimin doğasına uygun olmayan bu klasik yönetim akımı okullarda nerdeyse 100 yıldır kullanılmıştır. Günümüzde her ne kadar pozitivist dünya görüşü terkedilmiş olsa bile etkileri, izleri hala kendisini göstermektedir.

Eğitim yönetimine ait geliştirilmiş ve uygulanmış kuramlara bakıldığında hemen hemen hepsinin önce sanayi, endüstri alanında fabrikalarda uygulanmaya başlamış yönetim kuramları olduğu görülecektir. Yani hiçbir eğitim yönetimi kuramı, eğitim yönetimine özgün değildir. Genelde diğer sektörlerden adapte edilmiş kuramlardır.

Temelinde mekanik bir dünya görüşü olan ve insanı makine olarak algılayan pozitivist yaklaşım, içerisinde birçok sakıncalı, tutarsız düşünceleri de barındırmaktadır. En başta insan bir makine değildir. Duygu dünyası olan, kalp taşıyan, soyut yönleri olan, yaratılış teorisine göre yeryüzünün halifesi olarak yaratılmış en şerefli varlıktır. Gerçi pozitivist paradigmanın yerine geçen post pozitivist/modern dünya görüşlerinde insanı psikososyal bir varlık olarak kabul ediyorlar, lakin bence orada da eksik bırakılan yönler mevcuttur. Onlar da insanı üretim odaklı, üretimdeki verimini esas alarak konumlandırmışlar, insanın gerçekten özgün bir kişiliğe sahip olduğunu, hakiki özgürlüğün her alanda olması gerektiğini kabul etmemişlerdir. Onların insancıl yaklaşımlarının temelinde de insan insan olduğu için değil, insan üretimin bir parçası olduğu için kıymetlidir.

Pozitivizmin gerçek algısı da son derece sakıncalıdır. Gerçeğin, doğru ölçüm ve dikkatli bir sayılaştırma (quantification) ile bilinebileceğini varsaymışlardır. Sadece nicel gerçeklik algısı niteliği önemsizleştirmiştir. Hâlbuki gerçeklik nitel ve nicelin birlikte kullanılmasıyla daha iyi anlaşılır. Hatta nitelik çoğu zaman nicelin önünde bulunur.

Bu anlayışın sanayi, endüstri, ekonomi dünyasında karşılığı belki bulunabilir. Eğitim örgütlerinde ise kabul edilebilir bir tarafı yoktur. Bizim ülkemizde gerçi eğitim konularında nitelik ve nicelik arayışı uzun yıllar devam etmiştir. Bazı dönemler nitelik arayışı ön plana çıkmış bazı yıllarda da nicelik arayışı ön plana çıkmıştır. Eğitim sadece sayılardan ibaret değildir. Ü lkemizde 182 üniversite olması, 62 bin 250 okul olması, 900 bin öğretmen olması, 17 milyon öğrencinin olması tek başına bir şey ifade etmez. Milli Eğitim Bakanın milyonlarca adet kitap dağıtımı yaptık, yüzbinlerce adet tablet dağıtımı yaptık demesi de tek başına bir fayda sağlamaz. Asıl önemli olan eğitimin niteliği, nasıl bir insan yetiştirdiğidir.

Evet, sadece niteliğe önem vermek de yeterli değildir. Daha çok kişiye ulaşılması, daha çok sayıda okul açılması da önemlidir. O yüzden diyorum ki gerçeklik sadece doğru ölçüm ve sayılara indirgenemez.

İnsana bakışı son derece mekanik olan pozitivist dünya görüşünü yönetim bilimine uyarlayan Taylor çok daha ileri giderek İnsanları makinanın gerektiğinde yenileri ile değiştirilebilir dişlileri gibi görmüştür.

İnsanı bir makinada bir dişli olarak gören bu anlayış, insandan sadece üretim, sadece ürün beklemiştir. Eğitimi ve eğitim örgütlerini de bu doğrultuda kurgulamış ve fabrikada üretim bandında daha iyi, daha hızlı ürün üretmesi için eğitmiştir. İnsanın üretkenliğini, düşünme yetisini, keşfetme becerisini hiçe sayan bu yaklaşım zamanla insanı robotlaştırmıştır.

İnsanın biricikliği, her bireyin özgün kişiliği yok sayılarak standartlaştırılmıştır. Ü retim bandından birbirinin aynısı olarak çıkan standart bir tuğla ya da ampul ne ise insan da onun gibi düşünülmüş ve fabrika gibi kurgulanan okullarda sınıflara doldurulmuş ve eğitilmiştir. Fabrika gibi görülen bu okul örgütlerinde üretim bandının yerin sınıflar almış, ustabaşının yerini öğretmen, hammaddenin yerini öğrenci, fabrika yöneticisinin yerini de verim uzmanı olarak okul müdürü almıştır. Tam bir hiyerarşik düzen içerisinde öğrenciler sınıflara ayrılmış, yönetim kademelendirilmiş, dersler konulara, ünitelere, okul da bölümlere ayrılmıştır. Fabrikada üretimi artırmak için uygulanan parça başı ücret politikası okulda da ders ücreti olarak uygulanmış, nöbete ücret, ek derse ücret, yönetime ücret gibi sistemler getirilmiştir.

Öğrencinin dersi, konuyu öğrenmesi, her öğrencinin ilgisi, hazır bulunuşluğu, öğrenme hızı hiçbir şekilde dikkate alınmamış ve sene sonunda bir üst sınıfa taşınmıştır. Bilen de bilmeyen de sınıfı geçmiştir. Herkes standart kabul edilmiştir. Aslında ironik bir bakış açısıyla baktığımızda okullar bu standartlaştırma işini oldukça iyi başarmışlardır. Rengârenk kişiliklerle okula giriş yapan öğrenciler tek tip olarak mezun olmuşlardır. Okul fabrika gibi yapılandırıldığı için, bu örgüt içindeki kişiler de birbirine işçi, ürün muamelesi yapmıştır. Öğretmen öğrencilerine karşı, okul müdürü öğretmenlere karşı daha özenli, saygı çerçevesinde muamele etmek yerine daha mekanik bir yaklaşımda bulunmuşlardır. Bu yaklaşım tarzı öylesine yerleşmiş ki okullarımızda günümüz de bile hala izleri silinmemiştir.

Sanayi devriminin ürünü olan fabrika tarzı okul sisteminden uzaklaşmanın zamanı gelmiştir. Okul örgütlerine özgün yeni yönetim kuramları geliştirmek ve uygulamak durumundayız. İnsanı merkeze alan, insanın biricikliğini, duygu dünyasını, sosyal konumunu, psikisosyal yapısını dikkate alan bir eğitim örgütüne ve eğitim yönetimi anlayışına ihtiyacımız vardır.

Aslında bizim tarihimizde özgün eğitim kurumları ve yönetim modelleri mevcuttur. Örneğin medrese modeli başarılı bir eğitim modeliydi. Medreselerde sınıf geçme yerine ders geçme esası vardı. Bir öğrenci istediği hocadan istediği dersi alırdı. İlla bir medresede bir talebenin öğrenimini tamamlaması mecbur da değildi. Böylece son derece verimli bir akademik rekabet esası getirilmişti (Kılıç,2013).

Bu modelde öğrenci hocasından aldığı özel derslerle ilerlerdi. Her öğrenci kendi hızında ve kendi kabiliyeti nispetinde ilerlerdi. Öğrenci hoca seçebilirdi. Bir hocaya düşen öğrenci sayısı oldukça azdı. En yoğun olduğu zaman da bile bir hoca en fazla 20 öğrenciye ders vermiştir. Medreselerin yönetimi de özgündü. İlmiyle inkişaf etmiş, bilgin bir hoca baş müderris olarak atanır ve medreseyi yönetirdi. Okulun bütün ihtiyaçları vakıflar tarafından karşılanırdı. Medresedeki öğrenim gören bütün öğrenciler yönetime aktif olarak katılır, işlerin yürütülmesinde bizzat görev alırlardı. Yine benzer bir model ya da yepyeni bir model oluşturulmalı ve fabrika tarzı okul sisteminden uzaklaşmalıyız.

Eğitim örgütleri insan ilişkilerinin son derece önemli olduğu organik ve açık sistemli kurumlardır. İletişim çok önemlidir. Dolayısıyla duygular dikkate alınmalıdır. Öğretmenin öğrenciye gösterdiği yakınlık davranışları, öğrenciyle kurduğu olumlu iletişim dili, öğrencinin içinde bulunduğu psikoloji, duygu dünyası, kaygısı eğitim öğretimi doğrudan etkilemektedir. İnsan unsurunun hâkim olduğu okul yönetiminde bu alanlara dikkat etmek gerekir. Motivasyonun yüksek ya da düşük olması eğitimsel sonuçlar açısından çok önemlidir. Hatta motivasyonun içsel mi dışsal mı olduğunun bile çok önemi vardır.

Japon mucizesinin mimarı Amerikalı Profesör E. Deming, bir kurumun proformasını belirleyen sistem ve insan olarak iki faktörden oluştuğunu belirtmiş ve bu iki faktörün yapılan bilimsel ölçümlerle oranlarının % 94 insan, % 6 sistem olarak çıktığını ifade etmiştir. Kurumsal performansta sistemin etkisi yok denecek kadar azdır. Asıl sorumluluk insandadır. Okullar ise daha insan odaklı kurum olduğu için insan faktörünün daha da ağırlıklı olduğu bir yerdir. O yüzden insan merkezli bir yönetim süreci benimsenmelidir. Yine bizim medeniyetimizde bu durum şöyle dile getirilmiş ve asırlardır tatbik edilmiştir: 'İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.'

Tamamen sistemsiz de olmaz. O zaman kaos ortamı oluşur. Ama sistem insan için, insanın daha iyi eğitim alması için, daha insani bir yaşam sürmesi için olmalıdır. Hiçbir ürün, hiçbir meta insandan daha kıymetli değildir. Okullarımızda, iş yerlerimizde bu düşünce egemen olmalıdır.

Okullar çevresinden, içindekilerden bağımsız değildir. Canlı bir organizmadır adeta. Çevresini etkiler, çevresinden etkilenir. O yüzden de sabit, mekanik, hiyerarşik, basit bir yapı olarak düşünülemez. Sınırlar kesin olarak belirlenemez. Her şey birbirini etkiler. Bazı ilişkiler çok karmaşıktır ve değişkendir. Öğrencinin, öğretmenin, yöneticinin içinde bulunduğu durum, psikoloji, yaşanan anlık olaylar, krizler her an her şeyi değiştirebilir. O yüzden eğitim örgütlerinde yönetim esnek ve mobil olmalıdır. Her an kendini yeni durumlara hazırlamalı ve değişime, gelişime açık olmalıdır. Öğrencilerin, velilerin, öğretmenlerin, çevrenin, yerel yönetimlerin ihtiyaçları ve devletin eğitim politikası da dikkate alınarak kararlar alınmalı ve süreçler planlanmalıdır.